Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kelile ve Dimne Bilgelik ve Erdemin Hikayesi

 

Doğu edebiyatının en kıymetli eserlerinden biri olan Kelile ve Dimne, sadece bir masal kitabı değil; aynı zamanda insanlığa öğüt veren, erdemli bir yaşamın yollarını gösteren bir bilgelik hazinesidir. Bu eser, M.Ö. 3. yüzyılda Hint hükümdarı Debşelem için yazılan, Pançatantra’dan esinlenmiş bir fabl kitabıdır. Beydeba tarafından kaleme alınan bu kıymetli eser, yüzyıllar içinde Farsça, Arapça ve diğer dillere çevrilerek dünyayı etkileyen bir klasik haline gelmiştir.

Eserin temelini hayvanların dilinden anlatılan hikayeler oluşturur. Bu öyküler, adalet, dostluk, sadakat ve ihanet gibi insanı derinden etkileyen kavramları işler. Kelile ve Dimne adlı iki çakalın çevresinde dönen hikayeler, derin ahlaki derslerle bezenmiştir.

Eserden İlham Verici Sözler

  1. “Hileyle kazanılan dost, düşmandan daha tehlikelidir.”
    İhanetin maskesini düşürür bu söz. Gerçek dostluğun değerini anlamamız gerektiğini öğretir.

  2. “Aklın rehberliği olmadan ne zenginlik, ne güç, ne de dostluk insana fayda sağlar.”
    Hayatta maddi değerlerin ötesinde, bilgelik ve doğru kararların önemi vurgulanır.

  3. “Düşmanın hatası, dostun sadakatinden daha çok şey öğretebilir.”
    Hayatta zor zamanların ve karşılaştığımız zorlukların öğretici yanını unutmamak gerektiğini anlatır.

Neden Okumalısınız?

Kelile ve Dimne, hem masal hem de hayat rehberi olarak okunabilecek bir eserdir. İnsanın zayıflıkları, erdemleri ve hayattaki çatışmaları hikaye aracılığıyla ustalıkla anlatılır. Her yaştan okuyucuyu etkileyen bu eser, bireyin kendini ve çevresini anlamasına yardımcı olur. Hem tarihi değeriyle hem de evrensel mesajlarıyla bu kitap, kitaplığınızda bulunması gereken nadide eserlerden biridir.

“Bir insanın değeri, kendisine verilen emanete olan sadakatiyle ölçülür.”
Kelile ve Dimne’nin en güzel öğretilerinden biri, dürüstlüğün ve güvenilirliğin insanı insan yapan en büyük erdemler olduğudur.

Son Söz

Kelile ve Dimne sadece geçmişin değil, bugünün de aynasıdır. İnsan ilişkilerindeki karmaşıklığı basit ve etkileyici hikayelerle anlatan bu eser, okuyucuya düşünme ve ders alma fırsatı sunar. Eğer hala bu klasikle tanışmadıysanız, hayatınıza derinlik katacak bu öykülere bir şans verin. Çünkü her hikayede, kendinizden bir parça bulacaksınız.

Read More

Ölmeden Önce Okumanız Gereken 100 Kitap


Ölmeden önce daha çok kitap okumak gerekli ama şimdilik 100 tanenin listesini  size önerelim,









Ölmeden Önce Okumanız Gereken 100 Kitap
Read More

Yorgun Bir Adamın Düş Ülkesi.

Yorgun Bir Adamın Düş Ülkesi...// J.L. BORGES
Oraya utopia adını verdi, öyle bir yerin olmadığı anlamına gelen grekçe sözcük.
Quevedo


Birbirine tıpatıp benzeyen iki tepe yoktur, ama yeryüzünün her yanında ovalar aynıdır. Böylesine bir düzlükte yürüyordum. Pek önem vermeksizin, kendi kendime bu yerin oklahoma mı, teksas mı, yoksa edebiyatçıların pampa dediği arjantin'deki yöre mi olduğunu soruyordum. Ne sağda ne de solda, bir tek çit bile yoktu. Bir kez daha yavaş yavaş emilio oribe'nin hep büyüyüp genişleyen şu dizelerini tekrarladım.

Bitmez korkulu ovanın yüreğinde ve brezilya sınırının yakınında.

Yol çukurlarla doluydu. Yağmur yağmaya başladı. İki-üç yüz metre kadar ötede, alçak, dört köşe ağaçlarla çevrili bir evin ışığını seçtim. Kapıyı açan adam öyle uzun boyluydu ki, korkar gibi oldum. Giysileri griydi. Birini beklediğini sezdim. Kapıda kilit yoktu.

Tahta duvarlı geniş bir odaya girdik, tavandan aşağı sarkan lamba sarımtırak bir ışık yayıyordu ve bilmem neden, masa bana garip geldi. Bu masanın üzerinde, eski birkaç oyma dışında hiçbir yerde görmediğim bir su saati bulunuyordu.

Adam bana iskemlelerden birini gösterdi.

Birkaç dilde konuşmayı denedim, ama anlaşamadık.

Sonunda söz aldığında latince konuştu. Uzak okul günlerinden kalma bilgilerimi toparlayıp, söyleşiye hazırlandım.

- giysilerinden başka bir yüzyıldan geldiğin anlaşılıyor, dedi bana. Dillerin çeşitlenmesi, toplumların, hatta savaşların çeşitliliğini kamçıladı; dünya latince'ye döndü. Bazıları latince'nin yeniden fransızca, lemosi ya da papiamento'ya dönüşüp yozlaşacağından korkuyorlar, ama şimdilik böyle bir tehlike yok. Ne olursa olsun, beni ne geçmiş, ne de gelecek ilgilendiriyor.

Bir şey demedim, o ekledi:

- birini yemek yerken seyretmek seni rahatsız etmiyorsa, bana eşlik eder misin?

Huzursuzluğumun farkına vardığını anladım, evet, dedim.

Her iki yanında kapılar sıralı ve her şeyin madeni olduğu küçük bir mutfağa çıkan bir koridoru geçtik. Bir tepsi üzerinde akşam yemeği ile geri döndük: kaplar dolusu mısır gevreği, bir salkım üzüm, tadının bana inciri anımsattığı yabancı bir meyve ve büyük bir sürahi su. Sanırım ekmek yoktu. Ev sahibim ince hatlıydı ve bakışında tuhaf bir şey vardı. Bir daha hiç görmeyeceğim bu sert ve solgun yüzü unutmayacağım. Konuşurken en ufak bir hareket yapmıyordu.

Latince konuşma zorunluluğu işi mi güçlendiriyordu; ama sonunda şunları söyleyebildim:

- ansızın karşına çıkmam seni şaşırtmadı mı?

- hayır, diye yanıtladı. Yüzyıldan yüzyıla böyle konuklar gelir. Fazla uzun kalmazlar. En geç yarın evine dönmüş olacaksın.

Sesindeki güven içimi rahatlattı. Kendimi tanıtmakta bir sakınca görmedim:

- adım eudoro acevedo. Ls97'de buenos aires'de doğdum.

Yaşım yetmişi geçiyor. İngiliz ve amerikan edebiyatı öğretmeniyim ve gerçek dışı öyküler yazdım.

- iki gerçek dışı öyküyü zevkle okudum diyebilirim, dedi. Çoğu kişinin gerçek diye kabul ettiği "kaptan lemuel gulliver'ın gezileri" ve summa theologiae. Boşver, kesin olgulardan söz etmeyelim. Olguların artık önemi kalmadı. Zaten uydurma ve düşünme için basit başlama noktaları olmaktan öte bir şey de değiller. Okullarımızda bize kuşku ve unutma sanatı öğretiliyor, her şeyden önce kişisel ve yerel olanın unutulması. Kesintisiz zamanın içinde yaşıyor, ama sub specie aeternitatis yaşamaya çalışıyoruz. Geçmişten bize birkaç ad kaldı ki, dil bunları da unutma yolunda. Gereksiz kesinlikleri atlıyoruz. Artık ne zaman dizini: ne de tarih var; sayılama da yok. Adının eudoro olduğunu söyledin; ben adımın ne olduğunu sana söyleyemem, çünkü bana yalnızca birisi derler.

- peki babanın adı neydi?

-adı yoktu.

Duvarlardan birinde bir raf gördüm. Rasgele bir kitap açtım; elle yazılmış harfler belirgin ve çözülemezdi. Köşeli çizikler bana eski iskandinav alfabesini anımsattı. Bu alfabe yalnızca kazılarak yazılırdı. Kendi kendime, gelecekteki insanların boyca daha uzun oldukları gibi, daha da becerikli olduklarını söyledim. Sezgisel olarak, adamın ince uzun parmaklarına bakıyordum.

- şimdi sana asla görmediğin bir şey göstereceğim, dedi ve 1518'de basel'de basılmış, bazı yaprak ve resimlerin eksik olduğu, thomas more'un utopia'sının bir kopyasını uzattı.

Biraz kendini beğenmişlikle yanıtladım:

- basılı bir kitap. Bende iki binden fazla var, doğal olarak bundan daha az değerli ve daha az eski.
Başlığı yüksek sesle okudum,

Gülmeye başladı.

- kimse iki bin kitap okuyamaz. Dört yüzyıldır yaşıyorum da yarım düzineden fazla okumamışımdır. Zaten önemli olan okumak değil, yeniden okumaktır. Şimdi ortadan kalkan basımevi, insanlığın en beter afetlerinden biriydi, çünkü gereksiz metinleri baş döndürücü şekilde çoğaltmak yolundaydı.

- benim zamanımda, daha dün, diye yanıtladım, bir günden ötekine insanın bilmemesinin ayıp sayıldığı olaylar olduğu boş inancı egemendi. Gezegen olarak hortaklarla doluydu: kanada, brezilya, isviçre kongosu, ortak pazar. Bu platoncu kendiliklerin tarihlerini bilenler yok denecek kadar azdı, buna karşın, doğal olarak son eğitim bilimciler kongresinden, diplomatik ilişkilerdeki gerginleşmeden, başkanların beyanatlarından -sekreterin sekreterinin, bu türün en belirgin özelliği olan dikkatli bir belirsizlikle hazırladığı- haberdar olmayan yoktu.

Birkaç saat sonra başka bayağılıklarla silinip giden bütün bunlar unutulmak için okunuyordu. Yeryüzündeki tüm uğraşlar arasında politikacınınki hiç kuşkusuz en gözde olanıydı. Büyükelçi ya da bakan, bir yerden bir yere uzun gürültülü taşıtlarla, motosikletler ve koruma görevlileriyle çevrili olarak taşınma zorunluluğu olan, kaygılı fotoğrafçıların pusu kurdukları bir cins sakattı. Gören de ayaklarını kesmişler sanacak derdi anam. İmgeler ve basılı metinlerin bunlardan daha fazla geçerlilikleri vardı. Yalnızca yayımlanan doğruydu. Esse est percipi (varolmak fotoğraflanmaktır), bu benzersiz dünya görüşünün başı, ortası ve sonuydu. Benim geçmişimde insanlar kötülük düşünmezdi; yapımcısı tekrar tekrar söylüyor diye bir malın iyi olduğuna inanırlardı. Her ne kadar paraya sahip olmanın daha fazla mutluluk ya da erinç getirmediğini herkes biliyorsa da, hırsızlık oldukça yaygındı.

- para mı, diye tekrarladı. Artık yoksulluğun acısını çeken kalmadı, kuşkusuz bayağılığın en sıkıcı biçimi olan zenginlikten yakınan da yok. Herkesin bir işlevi var.

-hahamlar gibi, dedim.

Anlamamış gibiydi, devam etti:

- kentler de yok artık. Bir zamanlar gezme merakına kapıldığım bahia blanca yıkıntılarını göz önüne alırsan pek bir şey kaybetmedik. Kişisel eşyalar yok şimdi, miras da yok. Yüz yaşlarında, insan olgunlaştığında kendiyle ve yalnızlığıyla yüz yüze gelmeye hazırdır. Bir çocuk dünyaya getirir.

- yalnızca bir çocuk mu, diye sordum.

- evet. Bir tek. İnsan cinsini çoğaltmak için bir neden yok. Bazıları insanın, Tanrı'nın evren bilincine kavuşmasına yarayan bir organı olduğuna inanırlar; ama kimse kesin olarak böyle bir tanrısallığın varolduğunu bilmiyor. Sanırım şimdi tüm yeryüzü sakinlerinin yavaş yavaş ya da aynı anda intiharının yarar ve sakıncaları tartışılıyor. Ama biz yine söyleşimize dönelim.

Kabul ettim.

- yüz yaşında, insanoğlu aşksız ve dostsuz yapabilir. Acılar ve istem dışı ölüm artık korkutma değildir onun için. Bir sanat dalıyla, felsefeyle, matematikle uğraşır ya da tek başına satranç oynar. İstediği zaman, kendini öldürür. İnsan, yaşamının efendisiyle, ölümünün de efendisidir.

- bir alıntı mı, diye sordum.

- elbette. Bize yalnızca alıntılar kaldı. Dil bir alıntılar birliğidir.

- ya benim zamanımın büyük serüveni -uzay uçuşları, diye sordum.

- yüzyıllar önce bu aktarmalardan vazgeçildi. Kuşkusuz çok güzeldiler, ama asla bir buradan ve bir şimdiden kaçamadık.

Bir gülümsemeyle ekledi:

- zaten her yolculuk uzay yolculuğudur; bir gezegenden öbürüne olsun, buradan karşıdaki ambara olsun, hep aynı. Sen bu odaya girdiğinde, ben bir uzay yolculuğu yapmaktaydım.

- bu doğru, dedim. Ayrıca, kimyasal maddelerden ve hayvansal türlerden söz ediliyordu.

Şimdi adam sırtını bana dönmüş, camdan dışarı bakıyordu. Dışarıda, ova sessiz, kar ve ayışığıyla bembeyazdı.

Sormayı göze aldım:
- hala müze ve kitaplıklar var mı?

- hayır. Ağıt yazma dışında geçmişi unutmaya çalışıyoruz.

Anma törenleri, yıl dönümleri, ölü adam yontuları yok şimdi. Her kişinin kendine gereken bilim ve sanatları üretmesi gerekiyor.

- öyleyse herkes kendi bernard shaw'u, kendi isa'sı, kendi archimedes'i olmak zorunda.

Başıyla onayladı.

- hükümetlere ne oldu, diye sordum.

- gelenek yavaş yavaş geçerliliklerinin kalkmasını istiyor. Seçimlere girişiyorlardı, vergi düzenliyorlardı, varlıklara el koyuyorlardı, tutuklama buyuruyorlardı ve sıkı denetim benimsetmeyi savunuyorlardı, ama dünyada kimse aldırmıyordu. Basın hükümet adamlarının söylev ve fotoğraflarını yayımlamaktan vazgeçti. Politikacılar dürüst mesleklerle uğraşmak zorunda kaldılar; kimileri iyi oyuncu ya da iyi ruh doktoru oldu. Kuşkusuz gerçek, verdiğim özetten daha karmaşık oldu.

Değişik bir ses tonuyla sürdürdü:

- öbürleriyle aynı olan bu evi kurdum. Bu mobilyaları ve kap kaçağı yaptım. Yüzünü bilmediğim başkalarının belki benden daha iyi işledikleri toprağı işledim. Sana göstereceğim birkaç şey var.

Yandaki odaya doğru onu izledim. Yine tavandan sarkan bir lambayı yaktı. Bir köşede, yalnızca birkaç teli olan bir, harp gördüm. Duvarda sarı tonların hakim olduğu dört köşe yağlı boya resimler asılıydı. Hepsi aynı elden çıkmamışa benziyordu.

- benim yapıtlarım, diye açıkladı.

Resimleri inceledim ve en küçük olanının önünde durdum. Gün batımını betimliyordu ya da esinliyordu, sonsuzluğa ilişkin bir şey vardı.

- hoşuna gidiyorsa alabilirsin, gelecekteki bir dostun anısı, dedi dingin sesiyle.

Teşekkür ederek resmi aldım, ama öbür resimler bana bir huzursuzluk verdi. Bütünüyle beyaz bırakıldıklarını söylemeyeceğim, ama hemen hemen öyleydiler.

- onlar senin eski gözlerinin görmeyeceği renklerle boyanmıştır.

Elleri harpın tellerini hafifçe tıngırdattı ve bir ses dalgasını ancak algılayabildim.

İşte o zaman kapı vuruldu.

Uzun boylu bir kadın ve üç-dört adam eve girdiler. Kardeş oldukları ve zamanın onları birbirlerine benzettiği söylenebilirdi. Ev sahibim önce kadınla konuştu.

- bu akşam gelmezlik etmeyeceğini biliyordum. Nils'i gördün mü?

- arada bir. Resim yapmayı hala sürdürüyor.

- babasından iyi başarmasını dileyelim.

Evi dağıtmaya başladık. El yazmaları, tablolar, mobilyalar, kap kaçaklar: hiçbir şey bırakmadık.
Kadın adamlar kadar çalıştı. Onlara gerçekten yardım etmemi engelleyen zaafımdan utanç duydum. Kimse kapıyı kapatmadı ve tüm bu eşyaları yüklenerek .. Oradan ayrıldık. Çatının beşik biçiminde olduğunu fark ettim.

On beş dakikalık yürüyüşten sonra sola saptık. Uzakta, üzerinde kubbe gibi olan bir kule gibi bir şey seçtim.

Ölü yakma fırını dedi biri. İçinde bir ölüm odası var. Bir insan sever tarafından icat edildiği söyleniyor, sanırım adı adolf hitler'miş.

Boyuyla beni şaşırtmayan nöbetçi bize parmaklığı açtı. Ev sahibimin ona birkaç sözcük mırıldandı. Yapıya girmeden önce bize veda işareti yaptı.

-kar devam edecek gibi görünüyor dedi kadın.

Buenos aires'te, mexico caddesindeki çalışma odamda, birinin binlerce yıl sonra, bugün yeryüzünde dağılmış maddelerle boyayacağı yağlı boya resmi saklıyorum.

Kum Kitabı'ndan...

Read More

NİLGÜN MARMARA ŞAİRİN İNTİHARI

Daha 29’unda onca yazacağı şiir’i varken ‘’Ey yeryüzü görmediğim arka bahçen kalmadı’’ diyerek yeryüzünden gitmeye karar verdi. Bireyin yalnızlığı üzerine yoğunlaşan ve Slvia Plath’ten etkilenen Nilgün Marmara Üniversitede Tezini ‘’Slvia Plath’tin şairliğinin intiharı bağlamında analizi’’ üzerine yaptı bu çalışması çok sonra Dost Körpe tarafından Türkçeye çevrildi.N.Marmara Çeviride Gizdökümcü şairciliği şöyle tanımlar: Kendini aklama peşinde olan şairin, yer altına inmesidir. kendine özgülüğü her cümlesinde kendini gösteriyor. kendinden sonra etki alanına birçok ünlü yazarı aldı bunlar;Orhan Alkaya, Lale Müldür, Kücük İskender, Gülseli İnal, Cezmi Ersöz ve daha bilmediklerimiz. Çok yazısının olmamasına rağmen bunca kalıcı olmasını sadece özgün anlatımına bağlamak Nilgün Marmaraya haksızlık olur, O, sadece yazmadı bazen yazdıklarını yaşadı bazende yaşadıklarını yazdı. NİLGÜN MARMARA 1958 yılında istanbul’da doğdu orta ve liseyi Maarif Kolejinde tamamladı. Boğaziçi üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Çeşitli dergilerde şiirleri yayımlandı. 29 yaşında, yeryüzünü terk etmeye karar vererek yaşamını sonlandırdı. ŞİİRLERİ: Daktiloya Çekilmiş şiirler (1988), Metinler (1990) KİTAPLARI: Kırmızı Kahverengi Defter ( Ölümünden sonra Gülseli İnal tarafından hazırlandı.1993) Düşü Ne Biliyorum / Nilgün Marmara Kimdi o kedi, zamanın eşyayı örseleyen korkusunda eğerek kuşları yemlerine, bana ve suçlarıma dolanan? Gök kaçınca üzerimizden ve yıldız dengi çözüldüğünde neydi yaklaşan yanan yatağından aslanlar geçirmiş ve gömütünün kapağı hep açık olana? Yedi tül ardında yazgı uşağı, görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o ve bağlanmıştır körler örümcek salyası kablolarla birbirine sevişirken, iskeletin sevincini aklın yangınına döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla. Yine de, o, zaman kedisi pençesi ensemde, üzünç kemiğimden çekerken beni kendi göğüne, bir kahkaha bölüyor dokusunu düşler maketinin, uyanıyorum küstah sözcüklerle: Ey, iki adımlık yerküre Senin bütün arka bahçelerini gördüm ben! (Daktiloya Çekilmiş Şiirler) Çok Güzel Durma artık burada uysal âşık! Aydınlık milinin yatağında. Bilemiyoruz belki de meşe o ağacın adı, Anlayamıyoruz varolduğumuzu gölgesinde ağırbaşlılığının. Veda geliyor şimdi, öğretmek için sergilenmeyi, uçuşan geriye dönen vakitte. Kime, kime gönderiyor incelen yapraklarını yüzün, kavisin beyaz yanağıyla? Bu aklıkta, minarem mavi benim. Işığım denize kayıyor, bir sayıklama izleğiyle, bir zamanlar pay verdiğimiz insanlığa! Kuşum ve Ben Kuşum ve ben bir aynada uyuyoruz, kafesimiz yatağımız yüzlerimiz eşlerine baka baka sonsuz kar altında uyuyoruz kuşum ve ben Eşim ve ben kızıl bir bağla bağlıyız birbirimize Çözülürse yoksulluk sevinir Aynamızın içinde tek bu bağ... Kızıl kıskaç eşim kuşum ben... ( Kırmızı Kahverengi Defter ) Şairin intiharı Bir süredir masamın üstünde tek sayfa bir mektup duruyor. "Şuna bir göz at" diye elime tutuşturulmuş bir mektup... 13 Eylül 2002 tarihli... Düzgün bir el yazısıyla yazılmış. En üstte büyük harflerle "Aslında bütün mesele neydi?" yazıyor: "Hani, ‘Hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya Nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. Nilgün Marmara’nın 29 yaşında, S. Plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. Ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. Bu yüzden ‘Şubatta Saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. Ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). Ama şimdi..." İlk okuyuşumda burada durdum. Devam etmeye korktum. Sonra merakım yendi korkumu... Okudum: *** "Ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. Hem Zebercet de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (Kimbilir belki kendimle barışabilseydim...) Yerleşik Yabancı’ydım her yere Metin Abi... Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için. Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama? Tüm arkadaşlarımı ve sevgilim Meral’i çok seviyorum. Beni affedin." *** Mektubu ileten arkadaştan öğrendim sonrasını... "Şair - yazar - akademisyen Zafer Ekin Karabay o mektubu yazdığı gün, Eskişehir’de intihar etti." Neden peki? "Aslında bütün mesele neydi?" "Şiir hem yitiş, hem kurtuluştur" diyen bir şair, niye 29’unda kemerine asar kendini?.. "Yaşamdan daha büyük olma isteği mi? 30 yaş kırgınlığı mı? Mağrur bir an mı?" Hayır! Mesele (Mayakovski’den Kaan İnce’ye, Van Gogh’dan Nilgün Marmara’ya, Jack London’dan, Hemingway’e kadar) bütün sanatçıların, vicdan sahiplerinin, hayatı sevenlerin meselesi: Ozanın, başkalarının acısı pahasına elde edilen mutluluğu kabullenememesi... Alaattin Topçu’nun deyişiyle "hayatın ağırlığı karşısında insanın hafifliğini", "N’apalım, dünya böyle" diye geçiştirememesi... Sokaktaki tevekkülle baş edememesi... Sokaktakilerden olmayıp, onları dönüştürmeye de gücünün yetmemesi... Ve "kendiyle barışıp" haksızlığa alışarak yok olmaktansa, intihar ederek var olmayı tercih etmesi... Nilgün Marmara da "Ey, iki adımlık yerküre/ senin bütün arka bahçelerini gördüm ben" deyip gitmedi mi? *** "Son mektup"un üzerinde bir not var: "Bunu Kül’de yayınlarsanız sevinirim" deyip muzipçe soruyor: "Nasıl sevineceksem?" Sonra da bu talepteki tutunma çabasına dikkat çekiyor, parantez içinde: "Bu da hâlâ yaşamak istediğimi mi gösteriyor nedir?" Son kitabını göremeden ölmüş bir ozanın son mektubunu yayımlatma isteği... Vahşeti yüreğinde hisseden "yabancı"nın dayanılmaz bozgunu... "Kaçış değil onlarınki, reddediş", biliyorum. Ama yine de "Bu reddiyenin başka yolları olmalı" diyorum. Bunca haksızlığı ve bizim onca haksızlığa alışmışlığımızı böyle yumruk gibi yüzümüze vurmadan, canına kıymadan... Bizi şiirsiz, şairsiz koymadan... Hayatla başa çıkmanın ozanca bir yolu olmalı... Çünkü Karabay’ın dediği gibi; "Yolculuğa çıkmışlar için hem limansa şiir, hem de gemi..." O gemiyi en son şair terk etmeli... CAN DÜNDAR
Read More

DÜŞÜNCE TARİHİ ( BİR KİTAP ÖNERİSİ



GÖK BOŞLUĞUNDA BİR DÜNYA. Milyonlarca yıl önce, gök boşluğunda sıcak bir gaz bulutu belirdi. Bu bulut,
uzun bir gelişme sonunda dünyamız olacak. Biz insanlar, acı ve tatlı bütün serüvenlerimizi onun üstünde
yaşayacağız: Öykümüz, güneşin parlak ışıkları altında renklenen bu bulutla başlıyor. Sıcaklığın bulutumuzdaki
hidrojen ve oksijen bireşimini göğe uçurduğunu varsayıyoruz. Yaşamımızın gerçekleşmesi için gereken su kalın bir
bulut halinde dünyamızı çevrelemiş olmalı. Yoksa dünyamız soğuyamazdı. Bu, öylesine kalın bir buluttu ki güneş
ışınlarının dünyamıza ulaşmasına engel oluyordu. Dünyamız karanlıktı, bundan ötürü de soğuması hızlanmıştı.
Soğuma, milyonlarca yıl sürmüştür herhalde. Isı, kaynama derecesinin altına düştüğü zaman, dünyamızı çevreleyen
bulut sağanaklar halinde boşanmaya başlamıştır. Böyle olmasaydı suyu nereden bulabilirdik? Dünyamızdaki
boşluklar sularla dolmuştur. Yağmurların tuzsuz olduğunu biliyoruz. Tuz, okyanuslara, uzun jeolojik çağlar
boyunca kara parçalarından taşınmıştır: İnsan tohumlarının varlaşabilmesi için tuzlu sular gerekiyordu.

 DÜŞÜNCE TARİHİ
ORHAN HANÇERLİOĞLU

Read More

Ural Batır Yerin ve Göğün Öyküsü


Gökyüzü kıpkızıl ateşle kaplanmıştı bile. Dünyanın tüm suları Samrav ülkesine hücum ediyordu. "Gökten inen ateşten, yeri basan sudan kurtar bizi, ey bahadır!" diye yalvardılar. "Yoksa kötü ölüm hepmizi alacak, yok edecek!.."

...Ve acımasız savaş bir yıl boyunca sürfü. Ural, Akbozat'ın sırtında, devleri kırıp geçirdi. Suların içine düşen devlerin gövdeleri, dağlar meydana getirdi.

Read More