Aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

BOYACI KÖYDE KANLI BİR AŞK CİNAYETİ

Denize inen sokakların tarihinde bir yeri var mıdır? Bilinmez. Ne ki yol kesen denizlerin kuşattığı bütün sokaklar, bir yerde gelir buluşur durağın biriyle. Boyacıköy Durağı.
Boyacıköy Durağı, bir hüznün mekânıdır. Dört mevsim sonbaharı yaşar. İnerken solda bir telefon kulübesi durur. Boyası dökülmüştür, köhne bir görüntüsü vardır. Telefon kulübelerinin tarihini bilmemiş olsanız, onun için rahatlıkla "asırlık" diyebilirsiniz. Eski rum meyhanelerine, kumsallarda çatılmış küçük balık lokantalarına benzer. (Gel ey denizin nazlı kızı ve laterna) Bırakılmış çiftlikler, terk edilmiş ahşaplar gibidir. Bırakılmış hayatlar gibi. Sanki oradan hiçbir yerle konuşamazsınız, orası yalnızca bir konuşma umududur; umutsuzluk telefonlarının edildiği, kederli haberlerin iletildiği: ölüm, intihar, ayrılık, karasevda ve benzeri... Telefon kimsesizlikleri yaşayanlara, gece yalnızlıklarını telefonlarla gidermeye çalışanlara oradan telefon edilir, umutsuz defter satırlarında mayınlı numaraların izini sürenlere, hiç ses verilmeden kapatılan çaresiz arayışlara, bir sese, bir soluğa sığınarak gecelere tutunanlara, hep oradan telefon edilir.
Arkasında bir puslu deniz çalkalanır durur. İntihar karası bir efkâr duman duman gezinir denizin üzerinde. Kimse kimseye dilini öğretemez o telefonda. Üşüyerek, elleri ceplere saklayarak, titrek seslerle konuşulur. Ertelenmiş randevular, tavsamış birliktelikler, kurtarılmaya çalışılan evlilikler, dön bana telefonları. Hiçbir şey değişmez. Denizin üzeri duman.
Kulübenin ardında iki katlı, yaşlı bir bina vardır. Bir bırakılmışlık duygusu taşır lodosun eskittiği yüzünde. Pencerelerine hep yağmur yağar. (Camlarda yağmur izi) Gençliğine doyamamıştır. Alt katında kimi işlemez dükkânlar, üst katında ise küçük bir sahil lokantası. Dekorunu ve yemeklerini yıllardır hiç değiştirmemiş bir sahil lokantası. Her bina, her yol, her ayrıntı denize göre konum almış
gibidir; denizle yüzleşir durur.
inerken sağda kapısı çıngıraklı bir eczane içinde ak saçlı, deniz kadar yaşlı, yuvarlak gözlüklü bir adam, ilaç kutularının ardında gülümser, onun yanında yalnızca tek koltuğu bulunan bir berber dükkânı ve sürekli köşede bekleyen, gözünü denizden hiç ayırmadan bekleyen bir inzibat eri vardır. Gözleri hep denizdedir, gözlerini alamaz denizden. Sanki o köşeyi değil de, denizin başını bekliyordun Ve sanki Kars'lıdır, Erzurumludur. Hiç deniz görmemiştir askerliğine dek. Ve sanki şimdi denizden hiç ayrılamayacağını düşünüyordur. Kim bilir belki de kapkara bir balıkçı sevdasına tutulmuştur. Denizle ödeşecektir.
Bütün bunlar bir fotoğraf sessizliğiyle denize karşı durmuş, beklerler.
Boyacıköy Durağına, yukarıdan aşağıya inerken, Reşitpaşa'dan, Emirgân sırtlarından çoğalan nice yan sokak (Ki hepsi küçük parke taşlı, kafesli pencerelerinden saksılar taşan evleri taşlıklı, kapılan tokmaklı, yokuş inen, yokuş çıkan) gelir buluşur denize çıkan ve daha çok bir balık sırtını andıran bu uzun sokakla. Tıpkı deniz özlemi çeken küçük derelerin gür bir ırmakla kavuşması gibi.
Sokaksa tutar elinden bu küçük sokakların, tutar elinden iki yanına dizilmiş basık tavanlı, yorgun kepenkli, küçük dükkânların, her gün denize iner.
Yedilerden, tepelerden denizlere inen en eski İstanbullulardandır bu sokak.
Sabahlan işlerine gitmek için ya da öğle üzerleri bir yerden bir yere denizi unutan, aklından çıkarmış olan bu insanlar, bu yan sokakların birinden buraya kıvrıldıklannda, anlarlar ki deniz vardır. Oradadır. Karşılarındadır. Yürekleri hızlanır. Adımlan hızlanır. Deniz, yol kesen bir Bizans eşkıyası gibi çıkar önlerine. (Var mıdır böyle eşkıyalar Bizans'ta? Yoksa çağrışıma başka yerlerden mi taşınmışlardır?)
Kirli beyaz, buruşuk pardösüsünün ceplerinde ellerini taşıyarak sokağın yokuşunu inen Genç Adam, mutsuz, hüzünlü ve karamsardı. Geleceğini ve geçmişini ince bir sızıyla düşünüyordu. Yanlış maceralarla, olmadık yanılsamalarla bunca yıl avutulamamış olan içindeki o sızılı boşluk, Boğazın pusu, nemli sokak taşlan, onarılmaz sonbahar, uzakta İstanbul sesleri ve hayatları, her şey, her ayrıntı keder veriyordu ona. Elleri zaman zaman metalin İcara soğuğuna değiyor, ürperiyordu. Sırtından, bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme geçiyordu. Durağa inmek için yan sokaklardan birini döndü. Denize ve durağa inen o uzun sokağa çıktı. Karşısında kalın mavi bir çizgi olarak deniz duruyordu. Dalgalanarak duruyordu. Bütün deniz benzetmeleri tüketilmişti. Bunu düşündü. Denizi anlatmaya hiçbir şey yetmiyordu artık. Deniz için tasarlanmış hiçbir sözcük, hiçbir benzetme, hiçbir imge insanları heyecanlandırmıyordu. Yalnızca denizi mi? Hangi coşku, hangi sevda, hangi çağsama sözcüklerden geçerek başka bir yüreğe, başka bir duyarlığa sızabiliyordu artık? Dünyada çok büyük bir yangın çıkmıştı ve bu yangında ilk kurtarılacak olan kendi hayatıydı. Ama nasıl olacaktı bu? Ya da olası mıydı? Herkes denizlerini tüketmişti. Telefonlarını tüketmişti. Hayatımızdaki her şey sürüncemede kalmıştı. Bu yüzden hiçbir şey tat vermiyordu. Geçmişin olanca görkemi ve sızısıyla birbirine açılan bu sokaklarda yürürken bunları düşünüyordu. Bütün takvimleri ve tarihleri birbirine karıştırarak düşünüyordu. Bu yüzden olsa gerek her seferinde deniz çıkıyordu aklından, unutuyordu onu, ama bu sokak birdenbire... Gemliğe doğru deniz de böyle miydi?
Denizin kıyısında, Sarıyer'e giden otobüslerin durduğu o duraktan binerdi her gün otobüse. O durak yaşantısının bir parçasıydı. Berberi, eczaneyi, inzibat erini, telefon kulübesini, küçük sahil lokantasını o da biliyordu. Hepsinin önünden geçti.
Tam karşıya geçerken, bir gelin arabası yavaşlayıp durdu.
Simsiyah, upuzun bir gelin arabası, süssüz, gösterişsiz. Tüller içinde bir Gelin, karalar içinde bir Damat. (Çelişkinin sosyal apakçıklığı) Ve biri arabayı kullanan olmak üzere iki kişi lokantanın kıyısına demir attılar. Tüller içerisindeki geline şöyle bir göz attı Genç Adam; bir siyahlık ve kırmızılık çarptı gözüne. O kadar. Bütün yüzü o kadardı sanki.
Çocukluğu ve bütün aile albümleri uyanmıştı.
Karşıya geçti, durağa, bineceği otobüsü beklemeye koyuldu.
Sonra indiler arabadan. Gelinliğin eteklerini tuttu Damat, yoldan geçen birkaç kişi durdu, baktı. Bu birkaç kişiden biri, bir kızkurusuydu. Öyle olmalıydı. Önce bir mahalle fotoğrafçısına gideceklerini düşündü Genç Adam. Nikâhtan ya da düğünden önce çektirecekleri o son resmi düşündü. Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ni arıyorlardı belki de. Bir balıkla, ya da bir denizle yan yana durmak isteyebilirlerdi bir resimde.
Oysa lokantaya girdiler.
Lokanta, durağın tam karşısına düşüyordu. Camın kıyısındaki masaya oturdular. Gelin, camın kıyısına oturdu. Yüzünü açmıştı. İnce bir siyahlık ve kırmızılıktı yüzü. (Gözleri, dudakları, hülyası) Yanında Damat, karşılarına da o iki adam. İkisi de siyah giysiliydi adamların. Asık suratlıydılar. Parayla tutulmuş gibiydiler. Sevinçsizdiler, her şey gibi. Sanki iş konuşmaya gelmişlerdi. Bakışları duygusuzdu. Kimse kimseye ilişmiyordu. Kimsenin yüzü kimseye bir şey anlatmıyordu. Duvarlarına atılmış ağların arasına gizlenmiş ölü ışıklarla aydınlatılan, tavanından ölü balıklar sarkan ve cam bir kafese benzeyen ucuz, küçük bir sahil lokantasına yemek yemeğe gelmişlerdi yalnızca.
Gelinle göz göze geldi Genç Adam.
Birkaç kez daha göz göze geldi. Her defasında biraz daha güçlü bir gönül yakınlığı kurdular. Sessizliğin dilinde her ikisi de kendi şiirlerini yaşıyorlardı. Birkaç otobüs geçti, binmedi.
Balık söylemişlerdi. Balıklan gelmişti. Balıklarını yiyorlardı. Gelinle uzun uzun ve ısrarlı bakışıyorlardı artık. Yaralı bir ceylan gibi bakıyordu Gelin. Sanki kurtarılmayı bekliyordu. Sanki ölümün elinden alınmak istiyordu. Ve sanki artık hiçbir şey istemiyordu. Dünyadan vazgeçmişti. Ve sanki artık Genç Adamı delicesine seviyordu. Anlamıştı.
Genç adam ise bir vurgunu yaşıyordu. Bir karasevdayı. İnzibat denize bakıyordu. Arada bir eczanenin çıngırağı çalıyordu. Berberin koltuğunda hâlâ aynı adam oturuyordu. (Berber kendi kendini sonsuza dek tıraş ediyordu; Ya da bunun böyle olması gerekiyordu) İçindeki o sızılı boşluğun taştığını duyumsuyordu Genç Adam. O boşluk kendi kendini yok ederek doluyordu. Genç adam mazisini, mazisi de Genç Adamı arıyordu şimdi. Yıllardır bu anı beklemişti. Sevda, bir cinnet gibi çıkagelmişti.
Bu gelini deli gibi seviyordu. Bu düşü deli gibi seviyordu.
Bütün yaşadıktan bugüne hazırlıktı sanki.
Şimdi karşısında sonsuz bir fotoğraf gibi duran bu Gelin için her şeyi yapabilirdi. Ondan vazgeçemeyeceğini anlıyordu. Umarsızdı. Birkaç otobüs daha geçti. Gidemedi. Geçsindi. Otobüslerin gelip geçişini artık Gelin de izlemeye başlamıştı. Meraklı gözlerle kolluyordu her geçen otobüsü. Kaygıyla bakıyordu onlara. Her defasında otobüsün ardında kalan Genç Adam'ın bu en son gelen otobüse binip gitmiş olabileceğini düşünüyor, derin bir sızıyla sarsılıyordu. Lokmaları hızlanıyordu o zaman. Oysa az sonra, otobüs hareket edip de, durağın önünü boşalttığında, Genç Adamın gitmeyip orada hâlâ bekliyor olduğunu görünce, delice, coşkun bir sevgi kaplıyordu içini. Bir o kadar da sevinç. Bu, yüzünden okunuyordu. Artık onu kimseye bırakamazdı. Bunu anlamıştı.
Bir otobüs daha geldi.
Ağır ağır geldi. Gelinin yüzü bir kez daha bulutlandı. Bu kez durakta fazla kaldı otobüs; bir türlü kalkmak bilmiyordu. Lokmasını yutamadı Gelin. Gözleri durağa asılı kaldı.
Az sonra, otobüs durağın önünden ağır ağır kaydı. Baktı Gelin, yoktu. Durak boştu. Gitmişti. Yerinden fırladı. Bütün masadakiler ona şaşkınlıkla baktılar. Kimse ne olup bittiğini anlamamıştı.
Oysa Genç Adam durağın az ilerisinde duruyordu. Gitmemişti, yer değiştirmişti yalnızca. Sevdasından emin olmak istemişti.
Bu düşe inanmak istemişti.
Yüzü işiyordu. Onu kimseye bırakamazdı artık; Kararını vermişti. Gelin yerine oturdu. Yemeklerine devam ettiler. Az sonra çıktılar lokantadan. Arabaya yöneldiler. Genç Adam yaklaştı onlara; tam arabaya bineceklerdi ki, tuttu kolundan Gelinin: "Gitme, seni seviyorum", dedi.
"Biliyorum", dedi Gelin. "Ama yapacak bir şey kalmadı artık." "Beni seviyor musun?" diye sordu Genç Adam.
Böyle olacağını biliyordum zaten. Evleneceğim gün böyle bir şeyin olacağını
"Beni sevdiğini olsun söyle", dedi Genç adam. "Bunu zaten biliyorsun", dedi Gelin. "Hem zaten bu neyi değiştirir ki?" "Olsun senden duymak istiyorum. Bütün hayatımı bu sözü duymak için yaşadım ben."
"Seni seviyorum" dedi Gelin. "Ama yalnızca seviyorum".
"Artık seni bırakamam."
"Evleniyorum ben. Gitmek zorundayım."
"Buna izin veremem."
"Çaresizim inan. Ne yapabiliriz ki hem? Elden ne gelir? Her şey için çok geç. Ben de ömrüm boyunca seni bekledim. Ama geç geldin sen. Çok geç."
"Daha önceleri hep başka şeyler oldu, başka şeyler, hep ayağıma takılan bir sürü şey..."
"Çok seviyor beni. Hiç olmazsa beni çok seven biriyle evlenmek istedim. Geç kaldın sen. Çok geç geldin."
"Seni seviyorum. Seni çok seviyorum. Seni kimsenin sevemeyeceği kadar çok seviyorum. Seni uğruna her şeyden vazgeçecek kadar seviyorum. Sen gidersen yaşayamam inan. Sensiz yaşayamam."
"Onu üzmeye hakkım yok. Duygularıyla oynamaya. Beni o da çok seviyor. Sen yokken o vardı. Beni hep sevdi. Bana ihtiyacı var. Başkasını sevdim diye, ben şimdi sevdim diye, onu bırakamam."
"Ama sonra çok pişman olacaksın. Çok pişman olacağız. Her ikimiz de çok mutsuz olacağız."
"Buna mecburuz. Görüyorsun ya hayat bizi sevmiyor." "Ben deliririm sen gidersen. Ölürüm. Öldürürüm."
"Zamanla unutursun. Zaman her şeyi onarır. Sen çok güçlü ve çok akıllı bir insansın".
"Güçlü ve akıllı olmak istemiyorum, artık mutlu olmak istiyorum."
"Güçlüsün sen inan, çok güçlüsün. Güveniyorum sana. Direnirsin zamana ve kazanırsın."
"Yanlış bir zafer olmaz mı bu?"
"Olsun ne çıkar? Hangi zafer doğru kazanılıyor ki sevgilim?" Adamlar huzursuzlandılar. sabırsızlandılar. Genç Adam hâlâ kolunu bırakmıyordu Gelinin.
"Niye anlamıyorsun?" dedi Gelin. "Aşkımız bir günahtı."
"Son sözün bu mu?"
"Bu", dedi Gelin. "Yazık ki bu."
"Ama hiçbir şey konuşmadık ki, hiçbir şey konuşmadık daha."
"Konuşacak bir şey yok inan. Geç kaldın. Geç kaldık. Hepsi bu. Ama düşünsene hiç olmazsa severek ayrılıyoruz. Hiç olmazsa bu ayrılığı yaşatacağız kendimizde."
"Adını söyle bana, hiç olmazsa adını söyle."
"Ne önemi var adımın? Zaten şu yaşadığımızın da bir adı yoktu ki sevgilim. Yaşandı, güzeldi ve bitti. Ayrılık bir sevda kaderidir. Bilirsin; öğrenmiş olmalısın. Öğretmiş olmalılar."
"Seni bırakmam. Bırakamam."
"Sana mutluluklar dilerim İnan böyle ayrılmak istemezdim. Ayrılmak istemezdim. Elveda. Hayatımda ilk kez elveda diyorum." Gelin, kolunu kurtardı Genç Adamın elinden. "Daha hiçbir şey konuşmadık ki..." dedi Genç Adam. Gelin arabaya binmek için eğildi. Genç Adam haykırdı ardından: "Daha hiçbir şey konuşmadık!"
Sonra pardösüsünün cebinden kara bir nagant tabanca çıkardı. Tabanca tüller içerisindeydi. Geline yöneltti namluyu. Gelin, döndü ardına, baktı. Ölümcül bir gülümsemeyle baktı. Genç Adam anladı ki kurtuluş yoktu; tetiği çekti. Gelin kanlar içinde yuvarlandı yere.
"Seviyordum", dedi Genç Adam. "Ölesiye seviyordum."
Ellerini cebinden çıkardı, metalin kara soğuğu ürpertmişti, belinden bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme yayıldı. Durağa geçti. Otobüsü beklemeye koyuldu.


MURATHAN MUNGAN
Read More

Hatırlamak, unutmak ve bir aşk hikâyesi: SİL BAŞTAN


Hafıza bir görüntü arşivi midir, istediğimiz zaman istediğimiz anıyı bulup, aynen geçmişte kaydedildiği haliyle izleyebiliyor muyuz? Hafızanın haritasını çıkarabilir miyiz? Tüm köşeler aydınlanabilir mi, yoksa her zaman karanlıkta kalacak gizli saklı mağaraları var mıdır hafızanın? Hafıza, geçmişi korumak için güvenilir bir araç mıdır? Geçmişin gerçekliğini gönül rahatlığıyla emanet edebilir miyiz ona?


Michel Gondry’nin yönetmenliğini yaptığı, senaryosunda Charlie Kaufman’ın da parmağı bulunan Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan, 2004) bir aşk hikâyesinin sonuyla başlar. Birbirlerini unutmaya çalışan bir adam, Joel, ve bir kadın, Clementine. Tanıdık kavgalar. Adamın her davranışı kadına batar. Kadının bir zamanlar çok çekici görünen özellikleri artık adamı deli eder. Birbirlerini hayal kırıklığına uğrattıkça öfkeleri daha da artar. İlişki sarpa sarmıştır, geriye dönüş yoktur. Düzelmeyecektir; bunu onlar da bilir, hikâyeyi izleyen bizler de. Paylaştıkları tek şey birbirlerine çektirdikleri acıdır artık. Nihayet ayrılık kararı verilir, yollar ayrılır. Yeni bir süreç başlar bu noktada: ayrılık süreci. Film bize bu süreci göstermez, atlar. Kadın bu sürece dayanamamıştır çünkü. Biten ilişkinin yasını tutamaz, ayrılık sürecini hemen bitirmek için kökten bir çözüm bulur: Adamı hafızasından sildirir.
Boş bir evi döşer gibi, tüm dünyayı onunla yeniden kurmuşuzdur. Ondan öncesi sanki yabancı bir geçmiştir, bulanıktır, hatırlayamayız bile. Aşk büyülü derler ya, işte bütün dünyamıza değdirmiştir sihirli değneğini ve artık her yerde o vardır: Şarkılarda, kitaplarda, filmlerde, arkadaşlarımızda, dilimize dolanan sözlerde, vücudumuzda, yatağımızda, duvarlarda, sokaklarda, havada, evrende... Ondan kurtulmak demek, bütün bunlardan kurtulmak demektir. Onu ve onunla ilgili her şeyi filtreleyerek tüm evreni yeniden anlamlandırmak gerekmektedir şimdi. Ama bir bakmışız ki, olduğumuz kişide bile onun izleri var; kendimizden onu nasıl çıkaracağız?! Ben nerede başlıyorum, o nerede bitiyor, bilemeyiz; her şey iç içe geçmiştir. Bu anın çaresizliğini yaşayan herkesin aklından en az bir kere geçmiştir hafıza sildirme düşüncesi bence. İşte o bir an, hafıza sildirme işleminin tek çözüm olacağına inanırız safça... Tıpkı filmdeki kadın gibi. Peki ama sorunun çözümü gerçekten bu mudur? Veya bu gerçek bir çözüm müdür? Hafıza temizlenebilir mi? Anılar tek tek silinebilir mi?
Hepimiz için sadece bir düş olan bu hafıza sildirme düşüncesini yönetmen Michel Gondry, kahramanları için mümkün hale getirir. Bunu ilk yapan Clementine’dır; ufak bir operasyonla Joel’ı hafızasından sildirir. Bunu şans eseri öğrenen Joel, Clementine’ın neden böyle bir şey yaptığına anlam veremez ve üzüntüsünden deliye döner. Ertesi gün, aynı operasyonu geçirmek üzere Doktor Mierzwiak’ın kliniğinde alır soluğu. Fakat Joel’ın operasyonu Clementine’ınki gibi geçmez, terslikler meydana gelir; çünkü Joel silme işlemi sırasında, baygınken, aslında Clementine’dan ve onun anısından gerçekten kurtulmak istemediğini anlar. Bunun üzerine, hâlâ baygınken, zihninde bu silinişe ve bu unutuşa direnmeye başlar. Filmin çoğu Joel’ın zihninde, hafızasında geçmektedir: Joel’ın Clementine ile geçirdiği anların anılarına tanıklık ederiz. Clementine’ın Joel’ın hayatının her yerine, her şeyi değiştirircesine sirayet ettiğini görürüz. Anılarını kaybetmek istemeyen ve silme işlemine direnen Joel, zihindeki Clementine’ı hafızasının derinlerine, Clementine’ın ait olmadığı yerlere kaçırır. Buna rağmen zihindeki Joel, zihindeki Clementine’a “sensiz, senin olmadığın hiçbir şey hatırlayamıyorum” der. Sanki çocukluk anılarında bile Clementine vardır... Öte yandan, hafızasını Joel’dan arındıran Clementine’ın hayatı dayanılmaz bir boşluğa dönüşmüştür, ‘her şey anlamsız’ diye feryat eder, tutunacak hiçbir şey bulamaz bu yeni hayatında ve temiz(!) hafızasında.
Geçmişi korumak için hafızaya güvenilir mi?
Filmi her izleyişimde filmin sorduğu hafıza, unutma, hatıralar sorusu karşısında büyüleniyorum. Hafıza çoğumuzun düşündüğü gibi bir görüntü arşivi midir, istediğimiz zaman istediğimiz anıyı bulup, aynen geçmişte kaydedildiği haliyle izleyebiliyor muyuz? Hafızanın haritasını çıkarabilir miyiz? Tüm köşeler aydınlanabilir mi, yoksa her zaman karanlıkta kalacak gizli saklı mağaraları var mıdır hafızanın? Hafızaya kaydedilen bir anı, diğer anıları dönüştürmez mi, her anının birbirinden ayrı bir kompartmanı mı vardır? Hafıza, geçmişi korumak için güvenilir bir araç mıdır? Geçmişin gerçekliğini gönül rahatlığıyla emanet edebilir miyiz ona? Film bu soruları tartışmaya açar.
Hafıza-unutmak-hatırlamak konusunu tartışırken Marcel Proust’a uğramamak olmaz. Proust “kayıp zamanın izi”ni sürerken kayıp zamanın aslında hiç yakalanamayacağının farkındaydı. Bilinçli bir yönelişle bulunamaz kayıp zaman. . Oysa hepimizin bildiği bir şey vardır, anılar bazen hiç beklenmedik anlarda kendi kendilerine çıkıverirler saklandıkları yerlerden. Proust buna “irade-dışı bellek” der. Kayıp Zamanın İzinde’deki ünlü madeleine bisküvisi episodu irade-dışı belleğin en iyi örneğidir. Proust Combray’de geçirdiği çocukluğunu ve şehri ne kadar az hatırlayabildiğinden yakınır. Fakat bir öğleden sonra, demli çaya batırdığı bisküvinin kokusu, bir anlığına, çocukluğunu ve Combray’i tüm canlılığıyla geri getirir. Çaya batırılmış bisküvinin kokusu irade-dışı belleği harekete geçirmiştir. Kısacık bir an parlar anı ve söner hemen, ele geçirilmeden. Bu anlık parlama, bilinçli hatırlama çabasının uyduruk gerçekliğinin hiçbir zaman gösteremeyeceği ve göstermek istemediği şeyi açığa çıkarmıştır. Çay fincanının içinden taşan patlama, geçmişle çarpışma gibidir ve çarpışmadan sonra hiçbir şey artık eskisi gibi olmaz... Çay fincanındaki çağrıyla Combray, yepyeni bir biçimde ortaya çıkmıştır: Ne şimdide olduğu haliyle, ne algılandığı haliyle, ne de iradi belleğin sahnelemeye çalıştığı haliyle… Combray artık yaşanamayacağı şekliyle ortaya çıkmıştır, hiç yakalanamayacak haliyle!
İrade-dışı bellek her an her yerde patlayabilir; herhangi bir görüntü, sıradan bir nesne, bir koku, bir rüzgar onu harekete geçirebilir ve bilinç asla öngöremez bunu. Yaşamın içine batmışken, anlık bir firar gibi belirir irade-dışı belleğin çağrısı. İz bırakır, yara açar ve kaybolur gider… Bu deneyimin acısı geçmişin artık yakalanamayacağının idrakidir. Zaman ebediyen kaybolmuştur, telafisi mümkün değildir. Bir parıltı olarak belirir ama asla yakalanamaz. Bu kederli yaranın acısı da artık ‘geçmiş’tir… Yani geçmişe ait anıları olduğu gibi biriktirmek mümkün değildir. Hafıza bir depo değildir; birbirinin üzerine kaydedilen her anı, öncekileri değiştirir. Bilinçli bir şekilde geçmişi geçmişteki haliyle hatırlamaya çalışmak beyhude bir çabadır. Yine Proust’un kullandığı bir metaforla ifade edersek: hayatın görüntüsü her an unutuş tarafından yok edilir, her gerçeklik, kendisinden sonra gelen tarafından silinir, kaleydoskoplarda cam değiştiğinde değişen görüntüler gibi…
İşte hafızanın işleyişi böyledir: İzler birbirlerini etkiler, dönüştürür ve hatta bazen bambaşka hallere bile sokarlar. Bu yüzden de, geçmişi olduğu haliyle hatırlamak imkansızdır. Yaşananlar, geçmişi değiştirmiştir. En basit örnek: Ayrılmışsınızdır ve bugünden tüm hikâyeyi yeniden gözden geçiriyorsunuzdur. ‘Şimdi anlıyorum, çok mutsuzmuşuz aslında’ dersiniz. Şimdi çektiğiniz acı, tüm geçmişi acıyla yeniden yorumlamıştır. Şimdi çektiğiniz acı, geçmişin belki de en mutlu günlerine bile bir doz mutsuzluk katıvermiştir. Veya birisi güveninizi sarsmıştır, dönüp bakarsınız tekrar yaşananlara, bir ipucu bulmak istersiniz. O kişiyle geçirdiğiniz tüm geçmişi güvensizlik üzerinden yeniden yazarsınız aslında bu ipucunu ararken anıların içinde. Bunu yaparken de geçmişi, tam geçmişteki gibi hatırlayamayacağınızı fark edersiniz, geçmişi dönüştürürsünüz.
Hatıralar ve izler
Joel’in zihnindeki kaçış hikâyesini de biraz buna benzetiyorum. Joel, Clementine’ı hafızasının her köşesine zerketmiş... “Sensiz hiçbir şey hatırlayamıyorum” demesi de bunun en güzel kanıtı zaten. Zihindeki Joel, çocukluğuna da götürüyor Clementine’ı, orada saklanabilmek için. Ama burada bile Joel, “keşke çocukken da tanısaymışım seni” diyor Clementine’a; kadına duyduğu aşkın etkisi o kadar yoğun ki, çocukluğa kadar uzanan kocaman bir geçmişi dönüştürecek güce sahip neredeyse. Hafızasını sildiren Clementine’ın “her şey anlamsız” diye isyan etmesi de, yine bu bağlamda çok anlamlı; çünkü tüm hayatını, geçmişi ve geleceği, Joel ile yeniden anlamlandıran Clementine, Joel’ın hafızasından silinmesiyle neredeyse hayatının tümünü kaybetmiştir aslında... Filmin, aşk acısı çeken herkesin aklından geçen o dahiyane hafıza sildirme fikrinin aslında mümkün olmadığı mesajını verdiğini filmin sonlarında daha da iyi anlarız. Joel dirense de, silme işlemi tamamlanır. Ertesi güne büyük bir boşluk hissiyle uyanır Joel. Ama bir his vardır içinde; bir iz -henüz anlamı olmayan bir iz. İrade-dışı bellek bu izi kullanarak patlamaya hazırdır: En derinlere gömülmüş o anıyı bugünün ışığına çıkarmak ve hatırlayanı o anının vaat ettiği o bir anlık mutlulukla şok etmek için ve nihayetinde kayıp zamanla yüzleştirmek için hazırdır. Joel o gün işi kırar ve Clementine ile ilk kez karşılaştıkları Mantauk’a gitmek üzere trene atlar, fakat bunu neden yaptığına bir anlam veremez. Mantauk’un çağrısında irade-dışı belleği kıpırdatan bir şey gizlidir. Clementine ve Joel o gün Mantauk’ta yeniden karşılaşırlar. Birbirlerini hafızalarından sildirmiş iki kişi, her şeye rağmen yeniden birbirlerini bulur; hayatlarındaki anlamsız boşluktur bu defa onları buluşturan. Derken, o tuhaf gerçeği öğrenirler: Birbirlerine çektirdikleri acının dayanılmazlığıyla hafıza sildirme işlemine gönüllü oldukları gerçeğini. İlişkinin sonunda birbirlerine tahammül edemeyecek raddeye gelmiş olduklarını öğrenirler. Buna rağmen, her şeye yeniden başlamaya karar verirler...
Bu film,  güncel bir Love Story gibi gelir bana... Yası tutulmayan bir ilişkinin apar topar unutulmak istenmesi, ayrılık sürecinin gerektirdiği acıyla baş edemeden ondan kurtulma arzusu ve hayata devam edebilmek için hafızayı o kişiden ve onun her tür anısından temizleme fikri, bu filme ağırlıklı tonu verir gibi görünse de, tüm bunlardan sonra, bu iki sevgilinin ‘temiz’ hafızalarıyla yeniden birbirlerini bulması manidardır. Unutmak istedikleri kişi, aslında hep hatırlamak ve hep beraber olmak istedikleri kişidir! Kurtulmak istedikleri kişiye yeniden bağlanmışlardır. Unutuşa teslim olan her anı, şimdi yeni bir anlamla, dönüşmüş bir şekilde yeniden sahneye çıkacaktır. Hatıralar silinse de, derinlerdeki izler silinemez. Yeni anlamlarla varlıklarını sürdürür. Clementine Joel’ın, Joel da Clementine’ın en derin izidir bu anlamda... Peki öyleyse, bu güzel bir aşk hikâyesi değil de nedir?
 Elis SİMSON   

Read More

Platonik Aşk

Platonik aşk, sekülerlikten çıkarak tinsele dönüşen aşk anlamına gelir. Ünlü düşünür Platon'un adından gelir.
Günlük Türkçe'de, karşılığı sorgulanmayan aşk anlamında kullanılır.
Aslına göre gerçek sevgidir. Fiziksel doyum için değil, yani ilişkide olunan kişiyle gezmek, dolaşmak, öpüşmek vb. yapılabilir ama bu sayılanların yanında seks şart değildir, olsa bile ejekülasyon olmaması bir şarttır. Çünkü buradaki şart "doğal aşk" diyebileceğimiz, seks sonunda doğal kurgu olan ejekülasyonun reddi, doğal ya da Tanrısal kurguya direnmedir. Kişinin kendisinin kendi olduğu için ona aşık olma durumudur...
Tasavvufta buna "müşahhas"tan "mücerret"e ulaşma denirki, divan şiirlerinde çokça işlenen bir konudur.

Platonik aşk, bilinenin aksine, karşılıksız, imkansız aşk gibi anlamlara gelmemektedir. Platonik aşk, Platon'un "Devlet" adlı eserinden türemiş bir deyimdir. Devlet adlı eserinde Platon, olamayacak kadar ideal bir devleti tarif etmektedir. Devlet sadece ve sadece vatandaşlarının çıkarları için var olmalıdır. Hatta o kadar ileriye gider ki, devleti yönetenlerin filozof olması gerektiğini bile söyler. Gerçekleşmesi mümkün olmayan, ama gerçekleşse ne kadar da güzel olur denilen arzulara tercüman olan bir deyim olan "Platonik" deyimini oluşturmuştur. "Platonik aşk" demekle, üremeye yönlendiren, üreme kurgulu "doğal-tanrısal" aşk değil, aslında ideal aşk ifade edilmektedir.
Read More