İbrahimi Bir Din Bahailik

Bahailik  19. yüzyılda doğmuş, dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde inananı olan bir dinDünya vatandaşlığı idealine sahip bir inanç olup dünyada 7 milyonun üzerinde  mensubu vardır. 

1800'lerde İran'da Mehdi inancının uzantısı olarak doğan bir dindir.

Bahâîlik İran ’da ortaya çıkan bir dindir ve ortaya çıkışında İran toplumunun içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartların önemli bir yeri vardır. 19. yüzyılın başlarında İran’da kurtarıcının beklendiği bir dönemdir. İran’da idarenin son derece baskıcı bir yönetim anlayışı içinde olması ve kitlelerin ekonomik olarak giderek ezilmesi gibi hususlar, insanların kendilerini adalete kavuşturacak bir kurtarıcı beklemesine neden olmuştur.[3] İran hükümeti ülkedeki iç ve dış karışıklıklara bir çözüm getirememiştir. Halk ülkedeki huzursuzluktan oldukça rahatsız olmuştur. Hükümetin ülkede tam olarak otorite kuramaması ulemanın halk üzerindeki etkisinin artmasına sebep olmuştur. Bu sebepler doğrultusunda Bahâîlik kendisine taraftar bulmakta zorlanmamıştır. Irkçılık, sınıfçılık ve dini grup taassuplarının hakim olduğu bir dönemde renkleri, ırkları ve dinleri ne olursa olsun bütün insanların bir olduğu iddiasıyla ortaya çıkan Bahâîliğin dikkatleri üzerine toplaması normal sayılabilir .[4] Bahai Tarihi, 1844'teBab'ın (Seyyid Ali Muhammed) yeni bir çağın gelmekte olduğunu ve yeni bir peygamberin geleceğini ilan etmesiyle başlar. Bahailiğin kurucusu, lakabı Bahaullah olan Mirza Hüseyin Ali'dir. 21 Nisan 1863'teBağdat'ta sürgünde iken peygamberliğini ilan etmiştir.

Seyyid Ali Muhammed (Bab) (Bab, Arapça'da kapı demektir), kendisinin tüm Müslüman âleminin beklediği kişi olan "Kaim", "Mehdi" olduğunu 23 Mayıs 1844'te Şiraz'da ilan etti. Binlerce kişi Bab'a inanarak "Babi" oldu. Bu gelişmeler ve onun eski dini yapıya göre çok yenilikçi ve radikal fikirleri ortaya koyması İran'da işkencelere ve baskılara yol açtı. Bab, 1850'de Tebriz şehrinde kurşuna dizildi. Birçok Babi ise yine İran'da değişik feci işkence yöntemleri ile öldürüldü. Bab'ın ölümünden sonra Babi'lere Mirza Hüseyin Ali(Bahaullah) liderlik etti. Bahaullah ve beraberindekiler İran Kaçar yönetiminin baskısıyla, Osmanlı Devleti ile yapılan görüşmeler sonunda Bağdat'a sürgün edildi. Bahaullah 1863'te burada, Bab'ın gelişini müjdelediği kişinin kendisi olduğunu ve insanlık tarihinde bütün önceki dinlerin gelmesini vaat ettiği "dünyanın bir vatan gibi olacağı, insanların artık savaş yapmayı öğrenmeyecekleri" Mehdi çağının gelmiş olduğunu ilan ederek Bahai Dininin yeni ilkelerini açıkladı. Bahaullah'ın hayatının 40 yılı Osmanlı Devleti'nin topraklarında geçti. Osmanlı Devleti'nin Bahaullah ve Bahailere sürgün dışında bir baskısı olmamıştır,İran'daki gibi hayatlarına yönelik şiddet görmemişlerdir.12 Aralık 1863'te vardığı Edirne'de bu tarihten itibaren 5 yıla yakın yaşadı.
Bahai Dünya Merkezi İsrail'in Hayfa şehrindedir. 1868'ten itibaren Bahaullah ve ailesinin ve beraberindeki inananlarının o tarihte Osmanlı toprağı olan Akka Kalesine (bugün İsrail'de Akdeniz kıyısında) sürgün edilmesi ve orada vefatına kadar yaşamaya devam etmesi sonrasında Akka'nın hemen yanındaki Hayfa şehri, Bahai Dünya Merkezi'nin yeri oldu. Bahailik Birleşmiş Milletler'de temsil edilmekte ve dünyadaki gayrisiyasi alanlarda sosyoekonomik projelere katkıda bulunmak için çalışmaktadır.

Öğretileri

Bahailikteki bazı öğretiler; 
  • Allah birdir.
  • Tüm dinlerin temeli birdir.
  • İnsanlık âlemi birdir.
  • Din bilim ve akıl ile uyum içinde olmalıdır.
  • Irksal, dinsel, etnik taassuplar terk edilmelidir.
  • Kadın ve erkek eşittir.
  • Genel barış için çalışılmalıdır.
  • Eğitim zorunludur ve evrensel eğitim hedeflenmelidir.
  • Serbest düşünce ile gerçek araştırılmalıdır.
  • Aşırı zenginlik ve yoksulluk kaldırılmalıdır.

Bahailik'te Kadın[değiştir | kaynağı değiştir]

Bahâîler; kadını toplum hayatının tüm aşamalarında yer alması için teşvik ederler. Ancak bu teşvik Umumi Adalet Evi Kanunları mucibinde erkekler tarafından sınırlandırılır .[14] . Kadınlar, Mahalli ve Milli Adalet Ev’ine üyelik hakkına tam olarak sahiptirler. Mahalli ve Merkezi Ruhani Mahfil’lerin her ikisine de üye olabilmeleri idari işlerde tam bir hakka sahip olmaları anlamı gelir. Bahâîler, Abdülbahâ’nın bu görüşünü kabul ederler. Bu görüşün arkasında ilahi bir yol göstericilik olduğunu ve bir hikmet bulunduğunu ifade ederler. Kadınların, Dünya Adalet Evi üyeliğinden muaf tutulmaları, kadın ile erkeğin işlevlerinde eşitlik olmaması gerçeği, taraftarlardan herhangi birisinin diğerinden, yaratılışça daha üstün veya daha aşağı olduğu veya haklara sahip olmadıkları anlamına gelmemektedir.[15] Bahâî dininde kadın yeryüzünde erkekle eşit haklara sahip, dinde ve toplumda önemli yeri olan bir varlıktır. Kadın erkek herkesin ödevi, Emri tebliğ etmek ve öğretmektir. Kadının kendisi için mümkün olan en yüce mertebeden menedildiği sürece erkeğin de mukadder mertebesine yükselebilmesi mümkün görülmez . Bahâî dininde beşeri faziletlerin kadın ve erkeğe eşit derecede ait olması sebebiyle, Tanrı huzurundaki saygınlık cinsiyete değil, yüreğin temiz ve aydın olmasına bağlıdır . Bahâîler, kadının ilerleme ve becerilerindeki eksikliğini, onun fırsat ve eğitimindeki eşitlik ihtiyacına bağlı olduğunu belirtirken, bu eşitlik ona verilmiş olsaydı, kadının da kabiliyet ve kapasitede erkeğin muadili olacağını savunmuşlardır. Yine Bahâîler, insanların mutluluğunun ve esenliğinin kadın ve erkeğin eşit derecede gelişmesine bağlı olarak gerçekleşeceğini, zira onların her ikisinin de birbirlerinin yardımcısı ve tamamlayıcısı olduğunu savunur . Bahâullah, tüm hanımların eğitilmesini emrederek, kadın-erkek herkesin eşit haklara sahip olduğunu ve her iki cinsiyetin eğitimlerinde farklılık olmaması gerektiğini bildirmiştir. Tanrı katında cinsiyetin bir özelliği yoktur. Düşüncesi temiz, eğitimi üstün, ilmi başarıları büyük, hayırseverliği fazla olanlar ister kadın, ister erkek olsun, ister siyah, ister beyaz olsun tüm meziyetleriyle mümtaz olurlar ve bundan başka bir fark da yoktur . Kadınla erkeğin eşitliği Bahâî öğretileri tarafından garanti edilse de, toplumsal rollerinin kadına yüklediği bazı kaçınılmaz sorumlulukları vardır. İstedikleri mesleği seçme hakkına sahip olsalar da kendi doğurdukları çocukların ilk öğretmeni olmak durumundadırlar .[19]
Bahâîler kadınların iştirak etmesinin uygun olmadığı bazı meselelerin varolduğunu söylerler. Örneğin bir düşman hücumu karşısında, toplumun hararetli bir savunma içinde bulunduğu zamanlarda hanımlar askeri hizmetlerden muaf tutulmuşlardır.


Read More

RABİA NEYİN İŞARETİ


DÖRT PARMAK YANİ "RABİA" İŞARETİNİN ANLAMI SÖYLENDİĞİ GİBİ DEĞİL.. BUNU BİR DE BENDEN DİNLEYİN..

Bizim İleri Demokratlar, Mursi yandaşlarının Dört Parmak yani “Rabia” işaretini simge yapmaya çalışıyorlar...
Bırakın bizim siyasileri, sanatçı olarak tanıtılan şarkıcılar ve “bazı” futbolcular bile bu işareti yapıp secdeye varmaya başladı. 
Zaten “bazı” futbolcular bile yapıyorsa, anlayın ki bu, anlamı bilinmeyen bir iştir. 
Diyorlar ki, gerek Kahire’de gerek dünyanın dört bir yanında darbe karşıtlarının simgesi haline gelen işaretmiş 4 parmak.
"Rabia" işareti, Mursi yandaşlarının toplandığı Rabiatul Adeviye Meydanı’ndan geliyormuş. Rabia, Arapça'da 4'üncü anlamını taşıyormuş. 

Peki, bu işareti İslam tarihinde ilk kim ve neden yapmış bilen var mı? 
Açın bütün gazeteleri, yukarıdaki cümleyi bulursunuz. Gerisi yok.

Muaviye bin Ebu Süfyan kimdir bilir misiniz? 
Emevi hanedanının kurcusu Muaviye, 657’deki Sıffın Savaşı’nda, Hazreti Ali’yi yenememiş, ancak hakemleri ikna ederek, alavere dalavere ile kendini Halife ilan etmişti. 

Bu dönemde Müslümanlar, Muaviye taraftarları (Sünniler), Ali taraftarları (Şiiler), Tarafsızlar (Hariciler) olarak bölünmüştü. 

Muaviye’den yana tavır alan Hariciler ise Hazreti Ali’yi öldürmüştü.

Muaviye, bir süre sonra da, Hazreti Ali’nin çocukları, Peygamberin de torunları Hazreti Hasan ile Hüseyin’i öldürmüştü.

Özellikle Hazreti Ali’nin öldürülmesinden sonra Halifeliğini sağlama alan Muaviye, her fırsatta Ali’yi ve Şiileri yok saymak, dışlamak için, taraftarlarına, Dördüncü Halife’nin kendisini olduğunu DÖRT PARMAK işaretini yaparak ilan etmiş, taraftarları da, aynı işareti kullanmıştır. 
Bundan sonra gidilen savaşlarda da Muaviye’nin ordusundaki askerler bu işareti yapar olmuştur. 

Zaten “Rabia” Muaviye ailesinde takıntıdır. Muaviye bin Ebu Süfyan’ın dedesinin adı da Rabia’dır.

Kureyş aşiretinin liderlerinden olan dede Rabia, torununa, “adıma uygun davran, önemini unutma” tavsiyesinde bulunmuştur. 

Sünni kesimin temsilcisi olduğu iddia edilen, ama ilgisi olmayan Muaviye’nin DÖRT PARMAK işareti, bugün Mısır’da, Sünni İslam’ın yılmaz savunucuları olarak gösterilen, ama ilgisi olmayan Mursi yandaşlarının, Müslüman Kardeşler örgütünün işaretine dönüştü. .

Dedim ya, dünyadan bi haber bazı futbolcular ve sanatçı denilen şarkıcı takımı da bunu yapıyorsa, benim gibilerine de, onların derin bilgisine inanmak düşer…

Read More

CEYLAN PARÇASI




Ceylan! Bunları sana yazacaktım. Ben sana çocuktum.

Bedenimi etine bandıracaktım. Derine afrika kadar uzaktım.

Parçalanmasaydın vallahi yazmayacaktım.

Dizede CEYLAN ismi hangi bölgemizde yaşıtlarından önce yaşama veda etmiştir. Altı çizili sözcüğü parçalayarak açıklayınız.

Ekim güneşinde suya hasret bir derenin kavrulmuş tenine benzer yüzüyle, bir taşra kentinde koyunlarıyla birlikte ölü ele geçirildi. O öldü, sürü parçalandı. Mertlik

Ekimden bir önceki ayda; iki koyun gütmeyenlerin mezhebinden şüphe eden Kral’ın ülkesinde yaşıyordu. Ekimden önceki aylarda havan topuyla çok deneme yapıldı. Ceylan koşuyordu.

Ceylan hepi top’u bir koyun sürüsünün sürgülü yakınıdır. Mezopotamya’nın lekelenmiş tarihine muazzam parçalar bırakan paramparça geçmişimizdir.

Ceylan tehlikeli yamaçların kuş bakışlı görünümlü dilberi, havan topuna parçalı bulutlu yaklaşan karanlık sayfamızın yaşıtsal kahramanıdır.

Ceylan, dağlarında delice akan nehirlerin kenarlarında su içmeye inerken, kan içicilerin toplu seansına denk gelmiş ve yaralı keklik rengindedir.

Özü itibariyle vicdanı kendine hasım eylemiş zeka mağduru, erk sahibiyle tecavüzcü rolünü paylaşan ve parça başı çalışan son ütücü görünümündeki mahlukatların kibri devletin kibriyle yanyana geldiğinde tanrılaşan bu evrim atığı memurların, can güvenliği yaralı bir ceylanın bin parçasına denk elbette.

Kaderi kederiyle ortak olan bu çoğrafyanın insanlarına kendi dağlarında, evininin önündeki sırtlarda dolaşmayı ve koyun otlatmayı hatta kendi topuna ceylan gibi koşmayı parçalı görüyor sırtlanlar.

Çocuklara yosun tutmuş avlularında ,bir rençberin kendi çeperinde özgürce dolaşmasının karşılığında onu yok ederek annenin etekleri arasında derisini teslim ediyor.

Devlet dersinde ölenlerin sayısı , Devlet dersinde parçalanların sayısını bir türlü geçmiyor.

Bize de ağıtlar içinde şaire sözü bırakmak kalıyor...



Annemi çağırın. Bana yüzümü anlatsın. Birini anlatsın.

Hayat bütün yüzlerimi yırttı. Annemse hala bakıyor. Sanki yüzüm varmış gibi.

Anne niçin terk etmedin beni niçin kimsesiz bırakmadın ?

Anne, ben noktasına kadar aynı olan virgülsüz insanlar tanıdım, aralarında bir virgül payı bile yoktu.

Halim BEKAR
Read More

CEYLAN'A AĞIT

Nazan Öncel'in Ceylan Önkol için yazdığı ağıt.

Ceylan'a Ağıt 

Bez bebekler yapacaktım 

Kardeşimle oynayacaktım 

Ölmeseydim şuracıkta 

Okuryazar olacaktım 

Ceylan gibi avladılar 

Akşam eve dönemedim 

Güzel günler görecektim 

Göremedim göremedim 

Annem hasta babam yasta 

Vuruldum ben 

Çocuk yaşta oy oy oy 

Söyleyin o amcalara 

Kıymasınlar Ceylanlara (çocuklara)... 

Nerde benim çocukluğum 

Daha şeker yiyecektim 

Bir gün anne olacaktım 

Ben de ninni söyleyecektim 
Read More

HALEPÇEDE İKİ KIZ KARDEŞ



Halepçe katliamının en acı karelerinden biri olan kız kardeşini sırtında taşıyarak ölümden kaçan abla ile kız kardeşin 25 yıl sonra fotoğrafları yayınlandı, yaşadıklarına nasıl sevindim bilemezsiniz.
Read More

Yorumsuz?

Harika bir yorum Amatör Kürtçe Şarkılar iyi dinlemeler.





Read More

Ölmeden Önce Okumanız Gereken 100 Kitap


Ölmeden önce daha çok kitap okumak gerekli ama şimdilik 100 tanenin listesini  size önerelim,









Ölmeden Önce Okumanız Gereken 100 Kitap
Read More

GÜZELLİK BAŞA BELAMIDIR?


İRAN'DA, GÜZEL OLDUĞU GEREKÇESİYLE BİR KADIN GÖREVDEN ALINDI!

İran'ın Kazvin şehrinde belediye meclisi üyeliğine seçilen Nina Siahkali Moradi, siyaset için 'fazla çekici' olduğu gerekçesiyle görevinden alındı.

The Times gazetesine göre, 10 binden fazla oy alarak 163 aday içerisinde 14'üncü olan Moradi, muhafazarkarlar tarafından belediye meclisinden ihraç edildi. Moradi'nin saçlarının tamamen kapalı olduğu seçim posterlerinin İslami hukuka aykırı olması yüzünden seçim sonucunun iptal edildiği belirtildi. İran 'da İnsan Hakları için Uluslararası Kampanya'nın Facebook 'tan yayınladığı bildiride belediye konseyine bir kadının girmesinden rahatsız olan muhafazakarların, onun güzelliğini bahane gösterdiği yazıldı. Üst düzey bir belediye görevlisi ise "Mecliste manken görmek istemiyoruz" dedi.
Read More

BOYACI KÖYDE KANLI BİR AŞK CİNAYETİ

Denize inen sokakların tarihinde bir yeri var mıdır? Bilinmez. Ne ki yol kesen denizlerin kuşattığı bütün sokaklar, bir yerde gelir buluşur durağın biriyle. Boyacıköy Durağı.
Boyacıköy Durağı, bir hüznün mekânıdır. Dört mevsim sonbaharı yaşar. İnerken solda bir telefon kulübesi durur. Boyası dökülmüştür, köhne bir görüntüsü vardır. Telefon kulübelerinin tarihini bilmemiş olsanız, onun için rahatlıkla "asırlık" diyebilirsiniz. Eski rum meyhanelerine, kumsallarda çatılmış küçük balık lokantalarına benzer. (Gel ey denizin nazlı kızı ve laterna) Bırakılmış çiftlikler, terk edilmiş ahşaplar gibidir. Bırakılmış hayatlar gibi. Sanki oradan hiçbir yerle konuşamazsınız, orası yalnızca bir konuşma umududur; umutsuzluk telefonlarının edildiği, kederli haberlerin iletildiği: ölüm, intihar, ayrılık, karasevda ve benzeri... Telefon kimsesizlikleri yaşayanlara, gece yalnızlıklarını telefonlarla gidermeye çalışanlara oradan telefon edilir, umutsuz defter satırlarında mayınlı numaraların izini sürenlere, hiç ses verilmeden kapatılan çaresiz arayışlara, bir sese, bir soluğa sığınarak gecelere tutunanlara, hep oradan telefon edilir.
Arkasında bir puslu deniz çalkalanır durur. İntihar karası bir efkâr duman duman gezinir denizin üzerinde. Kimse kimseye dilini öğretemez o telefonda. Üşüyerek, elleri ceplere saklayarak, titrek seslerle konuşulur. Ertelenmiş randevular, tavsamış birliktelikler, kurtarılmaya çalışılan evlilikler, dön bana telefonları. Hiçbir şey değişmez. Denizin üzeri duman.
Kulübenin ardında iki katlı, yaşlı bir bina vardır. Bir bırakılmışlık duygusu taşır lodosun eskittiği yüzünde. Pencerelerine hep yağmur yağar. (Camlarda yağmur izi) Gençliğine doyamamıştır. Alt katında kimi işlemez dükkânlar, üst katında ise küçük bir sahil lokantası. Dekorunu ve yemeklerini yıllardır hiç değiştirmemiş bir sahil lokantası. Her bina, her yol, her ayrıntı denize göre konum almış
gibidir; denizle yüzleşir durur.
inerken sağda kapısı çıngıraklı bir eczane içinde ak saçlı, deniz kadar yaşlı, yuvarlak gözlüklü bir adam, ilaç kutularının ardında gülümser, onun yanında yalnızca tek koltuğu bulunan bir berber dükkânı ve sürekli köşede bekleyen, gözünü denizden hiç ayırmadan bekleyen bir inzibat eri vardır. Gözleri hep denizdedir, gözlerini alamaz denizden. Sanki o köşeyi değil de, denizin başını bekliyordun Ve sanki Kars'lıdır, Erzurumludur. Hiç deniz görmemiştir askerliğine dek. Ve sanki şimdi denizden hiç ayrılamayacağını düşünüyordur. Kim bilir belki de kapkara bir balıkçı sevdasına tutulmuştur. Denizle ödeşecektir.
Bütün bunlar bir fotoğraf sessizliğiyle denize karşı durmuş, beklerler.
Boyacıköy Durağına, yukarıdan aşağıya inerken, Reşitpaşa'dan, Emirgân sırtlarından çoğalan nice yan sokak (Ki hepsi küçük parke taşlı, kafesli pencerelerinden saksılar taşan evleri taşlıklı, kapılan tokmaklı, yokuş inen, yokuş çıkan) gelir buluşur denize çıkan ve daha çok bir balık sırtını andıran bu uzun sokakla. Tıpkı deniz özlemi çeken küçük derelerin gür bir ırmakla kavuşması gibi.
Sokaksa tutar elinden bu küçük sokakların, tutar elinden iki yanına dizilmiş basık tavanlı, yorgun kepenkli, küçük dükkânların, her gün denize iner.
Yedilerden, tepelerden denizlere inen en eski İstanbullulardandır bu sokak.
Sabahlan işlerine gitmek için ya da öğle üzerleri bir yerden bir yere denizi unutan, aklından çıkarmış olan bu insanlar, bu yan sokakların birinden buraya kıvrıldıklannda, anlarlar ki deniz vardır. Oradadır. Karşılarındadır. Yürekleri hızlanır. Adımlan hızlanır. Deniz, yol kesen bir Bizans eşkıyası gibi çıkar önlerine. (Var mıdır böyle eşkıyalar Bizans'ta? Yoksa çağrışıma başka yerlerden mi taşınmışlardır?)
Kirli beyaz, buruşuk pardösüsünün ceplerinde ellerini taşıyarak sokağın yokuşunu inen Genç Adam, mutsuz, hüzünlü ve karamsardı. Geleceğini ve geçmişini ince bir sızıyla düşünüyordu. Yanlış maceralarla, olmadık yanılsamalarla bunca yıl avutulamamış olan içindeki o sızılı boşluk, Boğazın pusu, nemli sokak taşlan, onarılmaz sonbahar, uzakta İstanbul sesleri ve hayatları, her şey, her ayrıntı keder veriyordu ona. Elleri zaman zaman metalin İcara soğuğuna değiyor, ürperiyordu. Sırtından, bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme geçiyordu. Durağa inmek için yan sokaklardan birini döndü. Denize ve durağa inen o uzun sokağa çıktı. Karşısında kalın mavi bir çizgi olarak deniz duruyordu. Dalgalanarak duruyordu. Bütün deniz benzetmeleri tüketilmişti. Bunu düşündü. Denizi anlatmaya hiçbir şey yetmiyordu artık. Deniz için tasarlanmış hiçbir sözcük, hiçbir benzetme, hiçbir imge insanları heyecanlandırmıyordu. Yalnızca denizi mi? Hangi coşku, hangi sevda, hangi çağsama sözcüklerden geçerek başka bir yüreğe, başka bir duyarlığa sızabiliyordu artık? Dünyada çok büyük bir yangın çıkmıştı ve bu yangında ilk kurtarılacak olan kendi hayatıydı. Ama nasıl olacaktı bu? Ya da olası mıydı? Herkes denizlerini tüketmişti. Telefonlarını tüketmişti. Hayatımızdaki her şey sürüncemede kalmıştı. Bu yüzden hiçbir şey tat vermiyordu. Geçmişin olanca görkemi ve sızısıyla birbirine açılan bu sokaklarda yürürken bunları düşünüyordu. Bütün takvimleri ve tarihleri birbirine karıştırarak düşünüyordu. Bu yüzden olsa gerek her seferinde deniz çıkıyordu aklından, unutuyordu onu, ama bu sokak birdenbire... Gemliğe doğru deniz de böyle miydi?
Denizin kıyısında, Sarıyer'e giden otobüslerin durduğu o duraktan binerdi her gün otobüse. O durak yaşantısının bir parçasıydı. Berberi, eczaneyi, inzibat erini, telefon kulübesini, küçük sahil lokantasını o da biliyordu. Hepsinin önünden geçti.
Tam karşıya geçerken, bir gelin arabası yavaşlayıp durdu.
Simsiyah, upuzun bir gelin arabası, süssüz, gösterişsiz. Tüller içinde bir Gelin, karalar içinde bir Damat. (Çelişkinin sosyal apakçıklığı) Ve biri arabayı kullanan olmak üzere iki kişi lokantanın kıyısına demir attılar. Tüller içerisindeki geline şöyle bir göz attı Genç Adam; bir siyahlık ve kırmızılık çarptı gözüne. O kadar. Bütün yüzü o kadardı sanki.
Çocukluğu ve bütün aile albümleri uyanmıştı.
Karşıya geçti, durağa, bineceği otobüsü beklemeye koyuldu.
Sonra indiler arabadan. Gelinliğin eteklerini tuttu Damat, yoldan geçen birkaç kişi durdu, baktı. Bu birkaç kişiden biri, bir kızkurusuydu. Öyle olmalıydı. Önce bir mahalle fotoğrafçısına gideceklerini düşündü Genç Adam. Nikâhtan ya da düğünden önce çektirecekleri o son resmi düşündü. Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ni arıyorlardı belki de. Bir balıkla, ya da bir denizle yan yana durmak isteyebilirlerdi bir resimde.
Oysa lokantaya girdiler.
Lokanta, durağın tam karşısına düşüyordu. Camın kıyısındaki masaya oturdular. Gelin, camın kıyısına oturdu. Yüzünü açmıştı. İnce bir siyahlık ve kırmızılıktı yüzü. (Gözleri, dudakları, hülyası) Yanında Damat, karşılarına da o iki adam. İkisi de siyah giysiliydi adamların. Asık suratlıydılar. Parayla tutulmuş gibiydiler. Sevinçsizdiler, her şey gibi. Sanki iş konuşmaya gelmişlerdi. Bakışları duygusuzdu. Kimse kimseye ilişmiyordu. Kimsenin yüzü kimseye bir şey anlatmıyordu. Duvarlarına atılmış ağların arasına gizlenmiş ölü ışıklarla aydınlatılan, tavanından ölü balıklar sarkan ve cam bir kafese benzeyen ucuz, küçük bir sahil lokantasına yemek yemeğe gelmişlerdi yalnızca.
Gelinle göz göze geldi Genç Adam.
Birkaç kez daha göz göze geldi. Her defasında biraz daha güçlü bir gönül yakınlığı kurdular. Sessizliğin dilinde her ikisi de kendi şiirlerini yaşıyorlardı. Birkaç otobüs geçti, binmedi.
Balık söylemişlerdi. Balıklan gelmişti. Balıklarını yiyorlardı. Gelinle uzun uzun ve ısrarlı bakışıyorlardı artık. Yaralı bir ceylan gibi bakıyordu Gelin. Sanki kurtarılmayı bekliyordu. Sanki ölümün elinden alınmak istiyordu. Ve sanki artık hiçbir şey istemiyordu. Dünyadan vazgeçmişti. Ve sanki artık Genç Adamı delicesine seviyordu. Anlamıştı.
Genç adam ise bir vurgunu yaşıyordu. Bir karasevdayı. İnzibat denize bakıyordu. Arada bir eczanenin çıngırağı çalıyordu. Berberin koltuğunda hâlâ aynı adam oturuyordu. (Berber kendi kendini sonsuza dek tıraş ediyordu; Ya da bunun böyle olması gerekiyordu) İçindeki o sızılı boşluğun taştığını duyumsuyordu Genç Adam. O boşluk kendi kendini yok ederek doluyordu. Genç adam mazisini, mazisi de Genç Adamı arıyordu şimdi. Yıllardır bu anı beklemişti. Sevda, bir cinnet gibi çıkagelmişti.
Bu gelini deli gibi seviyordu. Bu düşü deli gibi seviyordu.
Bütün yaşadıktan bugüne hazırlıktı sanki.
Şimdi karşısında sonsuz bir fotoğraf gibi duran bu Gelin için her şeyi yapabilirdi. Ondan vazgeçemeyeceğini anlıyordu. Umarsızdı. Birkaç otobüs daha geçti. Gidemedi. Geçsindi. Otobüslerin gelip geçişini artık Gelin de izlemeye başlamıştı. Meraklı gözlerle kolluyordu her geçen otobüsü. Kaygıyla bakıyordu onlara. Her defasında otobüsün ardında kalan Genç Adam'ın bu en son gelen otobüse binip gitmiş olabileceğini düşünüyor, derin bir sızıyla sarsılıyordu. Lokmaları hızlanıyordu o zaman. Oysa az sonra, otobüs hareket edip de, durağın önünü boşalttığında, Genç Adamın gitmeyip orada hâlâ bekliyor olduğunu görünce, delice, coşkun bir sevgi kaplıyordu içini. Bir o kadar da sevinç. Bu, yüzünden okunuyordu. Artık onu kimseye bırakamazdı. Bunu anlamıştı.
Bir otobüs daha geldi.
Ağır ağır geldi. Gelinin yüzü bir kez daha bulutlandı. Bu kez durakta fazla kaldı otobüs; bir türlü kalkmak bilmiyordu. Lokmasını yutamadı Gelin. Gözleri durağa asılı kaldı.
Az sonra, otobüs durağın önünden ağır ağır kaydı. Baktı Gelin, yoktu. Durak boştu. Gitmişti. Yerinden fırladı. Bütün masadakiler ona şaşkınlıkla baktılar. Kimse ne olup bittiğini anlamamıştı.
Oysa Genç Adam durağın az ilerisinde duruyordu. Gitmemişti, yer değiştirmişti yalnızca. Sevdasından emin olmak istemişti.
Bu düşe inanmak istemişti.
Yüzü işiyordu. Onu kimseye bırakamazdı artık; Kararını vermişti. Gelin yerine oturdu. Yemeklerine devam ettiler. Az sonra çıktılar lokantadan. Arabaya yöneldiler. Genç Adam yaklaştı onlara; tam arabaya bineceklerdi ki, tuttu kolundan Gelinin: "Gitme, seni seviyorum", dedi.
"Biliyorum", dedi Gelin. "Ama yapacak bir şey kalmadı artık." "Beni seviyor musun?" diye sordu Genç Adam.
Böyle olacağını biliyordum zaten. Evleneceğim gün böyle bir şeyin olacağını
"Beni sevdiğini olsun söyle", dedi Genç adam. "Bunu zaten biliyorsun", dedi Gelin. "Hem zaten bu neyi değiştirir ki?" "Olsun senden duymak istiyorum. Bütün hayatımı bu sözü duymak için yaşadım ben."
"Seni seviyorum" dedi Gelin. "Ama yalnızca seviyorum".
"Artık seni bırakamam."
"Evleniyorum ben. Gitmek zorundayım."
"Buna izin veremem."
"Çaresizim inan. Ne yapabiliriz ki hem? Elden ne gelir? Her şey için çok geç. Ben de ömrüm boyunca seni bekledim. Ama geç geldin sen. Çok geç."
"Daha önceleri hep başka şeyler oldu, başka şeyler, hep ayağıma takılan bir sürü şey..."
"Çok seviyor beni. Hiç olmazsa beni çok seven biriyle evlenmek istedim. Geç kaldın sen. Çok geç geldin."
"Seni seviyorum. Seni çok seviyorum. Seni kimsenin sevemeyeceği kadar çok seviyorum. Seni uğruna her şeyden vazgeçecek kadar seviyorum. Sen gidersen yaşayamam inan. Sensiz yaşayamam."
"Onu üzmeye hakkım yok. Duygularıyla oynamaya. Beni o da çok seviyor. Sen yokken o vardı. Beni hep sevdi. Bana ihtiyacı var. Başkasını sevdim diye, ben şimdi sevdim diye, onu bırakamam."
"Ama sonra çok pişman olacaksın. Çok pişman olacağız. Her ikimiz de çok mutsuz olacağız."
"Buna mecburuz. Görüyorsun ya hayat bizi sevmiyor." "Ben deliririm sen gidersen. Ölürüm. Öldürürüm."
"Zamanla unutursun. Zaman her şeyi onarır. Sen çok güçlü ve çok akıllı bir insansın".
"Güçlü ve akıllı olmak istemiyorum, artık mutlu olmak istiyorum."
"Güçlüsün sen inan, çok güçlüsün. Güveniyorum sana. Direnirsin zamana ve kazanırsın."
"Yanlış bir zafer olmaz mı bu?"
"Olsun ne çıkar? Hangi zafer doğru kazanılıyor ki sevgilim?" Adamlar huzursuzlandılar. sabırsızlandılar. Genç Adam hâlâ kolunu bırakmıyordu Gelinin.
"Niye anlamıyorsun?" dedi Gelin. "Aşkımız bir günahtı."
"Son sözün bu mu?"
"Bu", dedi Gelin. "Yazık ki bu."
"Ama hiçbir şey konuşmadık ki, hiçbir şey konuşmadık daha."
"Konuşacak bir şey yok inan. Geç kaldın. Geç kaldık. Hepsi bu. Ama düşünsene hiç olmazsa severek ayrılıyoruz. Hiç olmazsa bu ayrılığı yaşatacağız kendimizde."
"Adını söyle bana, hiç olmazsa adını söyle."
"Ne önemi var adımın? Zaten şu yaşadığımızın da bir adı yoktu ki sevgilim. Yaşandı, güzeldi ve bitti. Ayrılık bir sevda kaderidir. Bilirsin; öğrenmiş olmalısın. Öğretmiş olmalılar."
"Seni bırakmam. Bırakamam."
"Sana mutluluklar dilerim İnan böyle ayrılmak istemezdim. Ayrılmak istemezdim. Elveda. Hayatımda ilk kez elveda diyorum." Gelin, kolunu kurtardı Genç Adamın elinden. "Daha hiçbir şey konuşmadık ki..." dedi Genç Adam. Gelin arabaya binmek için eğildi. Genç Adam haykırdı ardından: "Daha hiçbir şey konuşmadık!"
Sonra pardösüsünün cebinden kara bir nagant tabanca çıkardı. Tabanca tüller içerisindeydi. Geline yöneltti namluyu. Gelin, döndü ardına, baktı. Ölümcül bir gülümsemeyle baktı. Genç Adam anladı ki kurtuluş yoktu; tetiği çekti. Gelin kanlar içinde yuvarlandı yere.
"Seviyordum", dedi Genç Adam. "Ölesiye seviyordum."
Ellerini cebinden çıkardı, metalin kara soğuğu ürpertmişti, belinden bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme yayıldı. Durağa geçti. Otobüsü beklemeye koyuldu.


MURATHAN MUNGAN
Read More

Hatırlamak, unutmak ve bir aşk hikâyesi: SİL BAŞTAN


Hafıza bir görüntü arşivi midir, istediğimiz zaman istediğimiz anıyı bulup, aynen geçmişte kaydedildiği haliyle izleyebiliyor muyuz? Hafızanın haritasını çıkarabilir miyiz? Tüm köşeler aydınlanabilir mi, yoksa her zaman karanlıkta kalacak gizli saklı mağaraları var mıdır hafızanın? Hafıza, geçmişi korumak için güvenilir bir araç mıdır? Geçmişin gerçekliğini gönül rahatlığıyla emanet edebilir miyiz ona?


Michel Gondry’nin yönetmenliğini yaptığı, senaryosunda Charlie Kaufman’ın da parmağı bulunan Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan, 2004) bir aşk hikâyesinin sonuyla başlar. Birbirlerini unutmaya çalışan bir adam, Joel, ve bir kadın, Clementine. Tanıdık kavgalar. Adamın her davranışı kadına batar. Kadının bir zamanlar çok çekici görünen özellikleri artık adamı deli eder. Birbirlerini hayal kırıklığına uğrattıkça öfkeleri daha da artar. İlişki sarpa sarmıştır, geriye dönüş yoktur. Düzelmeyecektir; bunu onlar da bilir, hikâyeyi izleyen bizler de. Paylaştıkları tek şey birbirlerine çektirdikleri acıdır artık. Nihayet ayrılık kararı verilir, yollar ayrılır. Yeni bir süreç başlar bu noktada: ayrılık süreci. Film bize bu süreci göstermez, atlar. Kadın bu sürece dayanamamıştır çünkü. Biten ilişkinin yasını tutamaz, ayrılık sürecini hemen bitirmek için kökten bir çözüm bulur: Adamı hafızasından sildirir.
Boş bir evi döşer gibi, tüm dünyayı onunla yeniden kurmuşuzdur. Ondan öncesi sanki yabancı bir geçmiştir, bulanıktır, hatırlayamayız bile. Aşk büyülü derler ya, işte bütün dünyamıza değdirmiştir sihirli değneğini ve artık her yerde o vardır: Şarkılarda, kitaplarda, filmlerde, arkadaşlarımızda, dilimize dolanan sözlerde, vücudumuzda, yatağımızda, duvarlarda, sokaklarda, havada, evrende... Ondan kurtulmak demek, bütün bunlardan kurtulmak demektir. Onu ve onunla ilgili her şeyi filtreleyerek tüm evreni yeniden anlamlandırmak gerekmektedir şimdi. Ama bir bakmışız ki, olduğumuz kişide bile onun izleri var; kendimizden onu nasıl çıkaracağız?! Ben nerede başlıyorum, o nerede bitiyor, bilemeyiz; her şey iç içe geçmiştir. Bu anın çaresizliğini yaşayan herkesin aklından en az bir kere geçmiştir hafıza sildirme düşüncesi bence. İşte o bir an, hafıza sildirme işleminin tek çözüm olacağına inanırız safça... Tıpkı filmdeki kadın gibi. Peki ama sorunun çözümü gerçekten bu mudur? Veya bu gerçek bir çözüm müdür? Hafıza temizlenebilir mi? Anılar tek tek silinebilir mi?
Hepimiz için sadece bir düş olan bu hafıza sildirme düşüncesini yönetmen Michel Gondry, kahramanları için mümkün hale getirir. Bunu ilk yapan Clementine’dır; ufak bir operasyonla Joel’ı hafızasından sildirir. Bunu şans eseri öğrenen Joel, Clementine’ın neden böyle bir şey yaptığına anlam veremez ve üzüntüsünden deliye döner. Ertesi gün, aynı operasyonu geçirmek üzere Doktor Mierzwiak’ın kliniğinde alır soluğu. Fakat Joel’ın operasyonu Clementine’ınki gibi geçmez, terslikler meydana gelir; çünkü Joel silme işlemi sırasında, baygınken, aslında Clementine’dan ve onun anısından gerçekten kurtulmak istemediğini anlar. Bunun üzerine, hâlâ baygınken, zihninde bu silinişe ve bu unutuşa direnmeye başlar. Filmin çoğu Joel’ın zihninde, hafızasında geçmektedir: Joel’ın Clementine ile geçirdiği anların anılarına tanıklık ederiz. Clementine’ın Joel’ın hayatının her yerine, her şeyi değiştirircesine sirayet ettiğini görürüz. Anılarını kaybetmek istemeyen ve silme işlemine direnen Joel, zihindeki Clementine’ı hafızasının derinlerine, Clementine’ın ait olmadığı yerlere kaçırır. Buna rağmen zihindeki Joel, zihindeki Clementine’a “sensiz, senin olmadığın hiçbir şey hatırlayamıyorum” der. Sanki çocukluk anılarında bile Clementine vardır... Öte yandan, hafızasını Joel’dan arındıran Clementine’ın hayatı dayanılmaz bir boşluğa dönüşmüştür, ‘her şey anlamsız’ diye feryat eder, tutunacak hiçbir şey bulamaz bu yeni hayatında ve temiz(!) hafızasında.
Geçmişi korumak için hafızaya güvenilir mi?
Filmi her izleyişimde filmin sorduğu hafıza, unutma, hatıralar sorusu karşısında büyüleniyorum. Hafıza çoğumuzun düşündüğü gibi bir görüntü arşivi midir, istediğimiz zaman istediğimiz anıyı bulup, aynen geçmişte kaydedildiği haliyle izleyebiliyor muyuz? Hafızanın haritasını çıkarabilir miyiz? Tüm köşeler aydınlanabilir mi, yoksa her zaman karanlıkta kalacak gizli saklı mağaraları var mıdır hafızanın? Hafızaya kaydedilen bir anı, diğer anıları dönüştürmez mi, her anının birbirinden ayrı bir kompartmanı mı vardır? Hafıza, geçmişi korumak için güvenilir bir araç mıdır? Geçmişin gerçekliğini gönül rahatlığıyla emanet edebilir miyiz ona? Film bu soruları tartışmaya açar.
Hafıza-unutmak-hatırlamak konusunu tartışırken Marcel Proust’a uğramamak olmaz. Proust “kayıp zamanın izi”ni sürerken kayıp zamanın aslında hiç yakalanamayacağının farkındaydı. Bilinçli bir yönelişle bulunamaz kayıp zaman. . Oysa hepimizin bildiği bir şey vardır, anılar bazen hiç beklenmedik anlarda kendi kendilerine çıkıverirler saklandıkları yerlerden. Proust buna “irade-dışı bellek” der. Kayıp Zamanın İzinde’deki ünlü madeleine bisküvisi episodu irade-dışı belleğin en iyi örneğidir. Proust Combray’de geçirdiği çocukluğunu ve şehri ne kadar az hatırlayabildiğinden yakınır. Fakat bir öğleden sonra, demli çaya batırdığı bisküvinin kokusu, bir anlığına, çocukluğunu ve Combray’i tüm canlılığıyla geri getirir. Çaya batırılmış bisküvinin kokusu irade-dışı belleği harekete geçirmiştir. Kısacık bir an parlar anı ve söner hemen, ele geçirilmeden. Bu anlık parlama, bilinçli hatırlama çabasının uyduruk gerçekliğinin hiçbir zaman gösteremeyeceği ve göstermek istemediği şeyi açığa çıkarmıştır. Çay fincanının içinden taşan patlama, geçmişle çarpışma gibidir ve çarpışmadan sonra hiçbir şey artık eskisi gibi olmaz... Çay fincanındaki çağrıyla Combray, yepyeni bir biçimde ortaya çıkmıştır: Ne şimdide olduğu haliyle, ne algılandığı haliyle, ne de iradi belleğin sahnelemeye çalıştığı haliyle… Combray artık yaşanamayacağı şekliyle ortaya çıkmıştır, hiç yakalanamayacak haliyle!
İrade-dışı bellek her an her yerde patlayabilir; herhangi bir görüntü, sıradan bir nesne, bir koku, bir rüzgar onu harekete geçirebilir ve bilinç asla öngöremez bunu. Yaşamın içine batmışken, anlık bir firar gibi belirir irade-dışı belleğin çağrısı. İz bırakır, yara açar ve kaybolur gider… Bu deneyimin acısı geçmişin artık yakalanamayacağının idrakidir. Zaman ebediyen kaybolmuştur, telafisi mümkün değildir. Bir parıltı olarak belirir ama asla yakalanamaz. Bu kederli yaranın acısı da artık ‘geçmiş’tir… Yani geçmişe ait anıları olduğu gibi biriktirmek mümkün değildir. Hafıza bir depo değildir; birbirinin üzerine kaydedilen her anı, öncekileri değiştirir. Bilinçli bir şekilde geçmişi geçmişteki haliyle hatırlamaya çalışmak beyhude bir çabadır. Yine Proust’un kullandığı bir metaforla ifade edersek: hayatın görüntüsü her an unutuş tarafından yok edilir, her gerçeklik, kendisinden sonra gelen tarafından silinir, kaleydoskoplarda cam değiştiğinde değişen görüntüler gibi…
İşte hafızanın işleyişi böyledir: İzler birbirlerini etkiler, dönüştürür ve hatta bazen bambaşka hallere bile sokarlar. Bu yüzden de, geçmişi olduğu haliyle hatırlamak imkansızdır. Yaşananlar, geçmişi değiştirmiştir. En basit örnek: Ayrılmışsınızdır ve bugünden tüm hikâyeyi yeniden gözden geçiriyorsunuzdur. ‘Şimdi anlıyorum, çok mutsuzmuşuz aslında’ dersiniz. Şimdi çektiğiniz acı, tüm geçmişi acıyla yeniden yorumlamıştır. Şimdi çektiğiniz acı, geçmişin belki de en mutlu günlerine bile bir doz mutsuzluk katıvermiştir. Veya birisi güveninizi sarsmıştır, dönüp bakarsınız tekrar yaşananlara, bir ipucu bulmak istersiniz. O kişiyle geçirdiğiniz tüm geçmişi güvensizlik üzerinden yeniden yazarsınız aslında bu ipucunu ararken anıların içinde. Bunu yaparken de geçmişi, tam geçmişteki gibi hatırlayamayacağınızı fark edersiniz, geçmişi dönüştürürsünüz.
Hatıralar ve izler
Joel’in zihnindeki kaçış hikâyesini de biraz buna benzetiyorum. Joel, Clementine’ı hafızasının her köşesine zerketmiş... “Sensiz hiçbir şey hatırlayamıyorum” demesi de bunun en güzel kanıtı zaten. Zihindeki Joel, çocukluğuna da götürüyor Clementine’ı, orada saklanabilmek için. Ama burada bile Joel, “keşke çocukken da tanısaymışım seni” diyor Clementine’a; kadına duyduğu aşkın etkisi o kadar yoğun ki, çocukluğa kadar uzanan kocaman bir geçmişi dönüştürecek güce sahip neredeyse. Hafızasını sildiren Clementine’ın “her şey anlamsız” diye isyan etmesi de, yine bu bağlamda çok anlamlı; çünkü tüm hayatını, geçmişi ve geleceği, Joel ile yeniden anlamlandıran Clementine, Joel’ın hafızasından silinmesiyle neredeyse hayatının tümünü kaybetmiştir aslında... Filmin, aşk acısı çeken herkesin aklından geçen o dahiyane hafıza sildirme fikrinin aslında mümkün olmadığı mesajını verdiğini filmin sonlarında daha da iyi anlarız. Joel dirense de, silme işlemi tamamlanır. Ertesi güne büyük bir boşluk hissiyle uyanır Joel. Ama bir his vardır içinde; bir iz -henüz anlamı olmayan bir iz. İrade-dışı bellek bu izi kullanarak patlamaya hazırdır: En derinlere gömülmüş o anıyı bugünün ışığına çıkarmak ve hatırlayanı o anının vaat ettiği o bir anlık mutlulukla şok etmek için ve nihayetinde kayıp zamanla yüzleştirmek için hazırdır. Joel o gün işi kırar ve Clementine ile ilk kez karşılaştıkları Mantauk’a gitmek üzere trene atlar, fakat bunu neden yaptığına bir anlam veremez. Mantauk’un çağrısında irade-dışı belleği kıpırdatan bir şey gizlidir. Clementine ve Joel o gün Mantauk’ta yeniden karşılaşırlar. Birbirlerini hafızalarından sildirmiş iki kişi, her şeye rağmen yeniden birbirlerini bulur; hayatlarındaki anlamsız boşluktur bu defa onları buluşturan. Derken, o tuhaf gerçeği öğrenirler: Birbirlerine çektirdikleri acının dayanılmazlığıyla hafıza sildirme işlemine gönüllü oldukları gerçeğini. İlişkinin sonunda birbirlerine tahammül edemeyecek raddeye gelmiş olduklarını öğrenirler. Buna rağmen, her şeye yeniden başlamaya karar verirler...
Bu film,  güncel bir Love Story gibi gelir bana... Yası tutulmayan bir ilişkinin apar topar unutulmak istenmesi, ayrılık sürecinin gerektirdiği acıyla baş edemeden ondan kurtulma arzusu ve hayata devam edebilmek için hafızayı o kişiden ve onun her tür anısından temizleme fikri, bu filme ağırlıklı tonu verir gibi görünse de, tüm bunlardan sonra, bu iki sevgilinin ‘temiz’ hafızalarıyla yeniden birbirlerini bulması manidardır. Unutmak istedikleri kişi, aslında hep hatırlamak ve hep beraber olmak istedikleri kişidir! Kurtulmak istedikleri kişiye yeniden bağlanmışlardır. Unutuşa teslim olan her anı, şimdi yeni bir anlamla, dönüşmüş bir şekilde yeniden sahneye çıkacaktır. Hatıralar silinse de, derinlerdeki izler silinemez. Yeni anlamlarla varlıklarını sürdürür. Clementine Joel’ın, Joel da Clementine’ın en derin izidir bu anlamda... Peki öyleyse, bu güzel bir aşk hikâyesi değil de nedir?
 Elis SİMSON   

Read More

Bu soruyu çözene 1 milyon tl ödül!

Asal sayılar ve denklemler üzerine hazırladığı sorularını son model Mercedes otomobil veya çözene 1 milyon TL para ödülü vaad eden Samsunlu matematikçi Aydın Cerit, bu kez de Avrupa Birliği (AB) ülkeleri için soru hazırladı.

"5 AY SÜRE VERİYORUM"

5 saat süren çalışma sonucunda hazırladığı matematik sorusunu yönelten Cerit, sorunun çözümü için de 5 ay süre tanıdı. Matematikçi Cerit, "AB'nin tüm üye ülkeleri için 5 ay süre veriyorum. Eğer bu süre içinde soru mu çözemezlerse Türkiye'yi AB tam üye olarak almalarını talep ediyorum. Bu sorum aynı zamanda tüm ülkelere açıktır." dedi.

KİMSE SORULARINI ÇÖZEMİYOR

Bilgisayar teknolojisinin altyapısı olan asal sayılar üzerine 16 yıldır çalışma yürüten, 2 çocuk babası matematik öğretmeni Aydın Cerit, hazırladığı bir çok sorusunu kamuoyu ile paylaşarak matematiği insanlara sevdirmeye ve toplum yararına sunmaya çalışıyor. 1 ay ücretsiz yemek, emekli maaşı, 10 bin TL, dükkan, daire, yat ve 2012 model sıfır km Mercedes ve 1 milyon TL ödüllü, sorular soran Cerit, kimsenin sorularını çözemediğini iddia ediyor.

TEKNOLOJİ ÇARESİZ KALIYOR

NASA ve IMF'nin yanı sıra Microsoft'un patronu Bill Gates'e de İstanbul temsilcisi aracılığıyla matematik soruları gönderen öğretmen Cerit, Amerika'daki matematik şirketi EFF'nin 10 milyon basamaklı asal sayıya ulaşanlara vereceğini vadettiği 100 bin dolarlık ödül için müracaatını yapmıştı. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Matematik Öğretmenliği Bölümü mezunu Aydın Cerit, soru ve cevaplarıyla teknolojinin insan beyni karşısında yetersiz kaldığını göstermeyi amaçladığını söylüyor.

"ÇÖZEMEZLERSE TÜRKİYE'Yİ ÜYE YAPSINLAR"

AB üyesi 28 ülkeye şartlı matematik sorusu yönelten Aydın Cerit, "Türkiye'yi yıllardır kapısında bekleten AB için bir matematik sorusu hazırladım.16 yıllık araştırmacılığım sayesinde çözümüyle birlikte yaklaşık 5 saatlik süremi alan bu sorum için AB'nin tüm üye ülkeleri için 5 ay süre veriyorum. Eğer bu süre içinde soru mu çözemezlerse Türkiye'yi AB tam üye olarak almalarını talep ediyorum. Bu sorum aynı zamanda tüm ülkelere açıktır. İsteyen kurum yada kişi sorumun çözümü üzerinde çalışabilir. Bu sorumun arka planında matematiksel anlamda önemli bir teknoloji yatmaktadır. Oluşturulacak bir ekip sayesinde hesap makineleri, bilgisayarlar ve bilgisayarlara bağlı tüm sistemler yenilecektir. Gerektiğinde sınırsız işlem yapacak şekilde oluşturulacaktır." ifadelerini kullandı.

Matematikçi Cerit'in sorusu ise şöyle; 250 basamaklı A sayısında (211227092408771177711568150365318446624760423871021013704182553505934257247
47188381157745762322438439092996489783540164566837925991785219550220709003326
721182977324841624171414514262131637593261259178873677304344258662464623693627

97539330190600822187) tüm rakamları 1'lerden oluşan Bn(*) sayıları veriliyor. A.'ya tam bölünen Bn sayısında 'n'
Read More

Beyin Ölüm Anında Nasıl Tepki Veriyor!

Bilim adamları, ölümden dönenlerin betimlediği deneyimlere beyindeki artan aktivitenin neden olduğunu ortaya çıkardı.


"Proceedings of the National Academy of Sciences" dergisinde yayımlanan araştırmada, Michigan Üniversitesi araştırmacıları, laboratuvar ortamında fareler üzerinde yaptıkları deneylerde beyin dalgalarında ölüm anında önemli oranda artış olduğunu belirledi.

Araştırmayı yöneten Jimo Borjigin, beyin dalgalarındaki artışın insanlarda bilinç düzeyinin de artmasına yol açacağına işaret etti.

Borjigin, sözlerine şöyle devam etti:

"Birçok insan, kalbin durması ve beyne kan akışının sona ermesi olarak tanımlanan klinik ölümde beynin ya çok az çalıştığını ya da hiç çalışmadığını düşünür. Oysa yaptığımız araştırma, bize durumun hiç de böyle olmadığını gösterdi. Fareler üzerinde yaptığımız deneyler, ölüm sırasında beynin son derece aktif olduğunu ispatladı. Beyin, ölüm gibi bilinmeyen bir durumda aşırı derecede uyarılıyor."

Deney sırasında laboratuvar ortamında kalp krizi geçirmesi sağlanan farelerin beyin aktiviteleri elektroensefalogram (EEG) ile gözlemlendi.

Borjigin, şunları kaydetti:

"Kalbin durmasından sonraki 30 saniyelik süre zarfında gama osilasyonları olarak da bilinen yüksek frekanslı beyin dalgalarında büyük bir artış belirledik. Bu dalgalar, insanlarda özellikle beynin farklı bölgelerinden gelen bilgiler arasında bağlantı kurmaya çalışırken bilinç düzeyinin artmasına yardımcı olan nöronal özellikler arasında yer alıyor. Farelerde yaptığımız deneylerde kalbin durmasından sonra bu elektrik dalgalarının, hayvanlar yaşarken ve uyanıkkenkine oranla çok daha yüksek seviyelere çıktığını gözlemledik."

AYNI TEPKİLERİ VERİYOR
Farelerin oksijensizlik nedeniyle ölen beyinlerinde neredeyse tamamen aynı özelliklere rastladıklarını belirten Borjigin, beyindeki aktivitenin ve biliç düzeyinin önemli oranda artmasının ölümden dönen insanlar tarafından betimlenen parlak beyaz ışıklar, tüm yaşamlarının film şeridi gibi gözlerinin önünden akması, kendilerini bedenlerinin dışında hissetmeleri gibi deneyimlere neden olabileceğini söyledi.

PARLAK BEYAZ IŞIĞIN SEBEBİ

Beyindeki nöronların ölüm sırasında aşırı derecede hareketlilik kazandığına işaret eden Borjigin, "Bu araştırma, bize ölümden dönenlerin anlattığı deneyimleri açıklayabilmek için bir tür çerçeve sağlayacak. Ölümden dönen bazı insanlar, son derece parlak beyaz bir ışık gördüklerini ileri sürüyor. Bu kişilerin görsel korteksi, aşırı derece uyarılmış olabilir. Ölen farelerin görsel korteksinin hemen üzerindeki beyin bölgelerinde gama dalgalarında büyük bir artış gördük. Düşük frekanslı dalgalar ile gama dalgaları arasında gözlemlediğimiz eşleşmelerin, görsel farkındalığın ve duyarlılığın artmasına neden olduğunu sanıyoruz" dedi.
Read More

Platonik Aşk

Platonik aşk, sekülerlikten çıkarak tinsele dönüşen aşk anlamına gelir. Ünlü düşünür Platon'un adından gelir.
Günlük Türkçe'de, karşılığı sorgulanmayan aşk anlamında kullanılır.
Aslına göre gerçek sevgidir. Fiziksel doyum için değil, yani ilişkide olunan kişiyle gezmek, dolaşmak, öpüşmek vb. yapılabilir ama bu sayılanların yanında seks şart değildir, olsa bile ejekülasyon olmaması bir şarttır. Çünkü buradaki şart "doğal aşk" diyebileceğimiz, seks sonunda doğal kurgu olan ejekülasyonun reddi, doğal ya da Tanrısal kurguya direnmedir. Kişinin kendisinin kendi olduğu için ona aşık olma durumudur...
Tasavvufta buna "müşahhas"tan "mücerret"e ulaşma denirki, divan şiirlerinde çokça işlenen bir konudur.

Platonik aşk, bilinenin aksine, karşılıksız, imkansız aşk gibi anlamlara gelmemektedir. Platonik aşk, Platon'un "Devlet" adlı eserinden türemiş bir deyimdir. Devlet adlı eserinde Platon, olamayacak kadar ideal bir devleti tarif etmektedir. Devlet sadece ve sadece vatandaşlarının çıkarları için var olmalıdır. Hatta o kadar ileriye gider ki, devleti yönetenlerin filozof olması gerektiğini bile söyler. Gerçekleşmesi mümkün olmayan, ama gerçekleşse ne kadar da güzel olur denilen arzulara tercüman olan bir deyim olan "Platonik" deyimini oluşturmuştur. "Platonik aşk" demekle, üremeye yönlendiren, üreme kurgulu "doğal-tanrısal" aşk değil, aslında ideal aşk ifade edilmektedir.
Read More

FEQİYÊ TEYRAN


Feqıyê Teyran Kürt edebiyat tarihinde önemli bir yere sahiptir.
. Kendi şiirlerinde belirtildiğine göre Hicri 971’de dünyaya gelmiştir.
Miladi takvime göre ise 1561veya 1563’tür. Mîm û Hê 70 felek çûn Ji hîcretê dewran gelek çûn Sal 1041 çûn Ev xezel anî diyare Şiirinde bu şiiri yazdığında yetmiş yaşında olduğunu ve hicretin üzerinden de 1041 yıl geçtiğini belirtiyor. Feqıyê Teyran Hakkari’nin Muks Köyü’nde doğmuştur. Muks veya Miks şimdi Van’ın Bahçesaray ilçesine bağlıdır. Feqıyê Teyran’ın asıl ismi dörtlükte de belirttiği gibi Muhammed’tir.
Feqi bir şiirinde kendi ismini “MİR MIHÊ” bırakmıştır. Soylu bir ailenin çocuğudur. Dedeleri Osmanlı devletinden “MİRLİK” ünvanını almışlardır. Teyran lakabı hakkında şöyle bir rivayet anlatılır. Feqıye Teyran Cizre’ye giderken yolda bir papaza rastlar ve onunla arkadaş olur. Bir müddet yürürler yorulunca bir ağacın gölgesinde dinlenmeye koyulurlar. O esnada iki kuş gelir ve ağacın üzerine konarlar. Kuşlar birbirleriyle konuşurken Feqi güler. Papaz Feqi’ye sorar: “Sen neden gülüyorsun?” Feqi: “Bu bizim adetimizdir, biz Feqiler öylesine güleriz” der. “ Papaz: “Elbette her gülmenin bir sebebi vardır, kişi sebepsiz yere gülmez” der. Feqi: “Evet dediğin gibidir, fakat sana söylersem, bana ihanet edebilir, başıma bir bela getirebilirsin” der. Papaz söyleyeceği şeyi hiç kimseye söylemeyeceğine dair söz verir.
Feqi meseleyi olduğu gibi anlatmaya başlar: “Ben kuşların dilini anlıyorum ağacın üzerindeki kuşlardan biri diğerine: Benim Cizre’de çok acı çekeceğimi söylüyordu, ben de bu yüzden güldüm” der. Papaz ses çıkarmadan ve tekrar yola koyulur. Cizre’ye geldiklerinde Feqi ‘Medresa sor’ a giderken papaz da kiliseye gider. Kilisede halk bir araya gelmişti ve sanki bir şeyler arar gibi bir oraya bir buraya gidip geliyorlardı. Papaz onları dinlemeye başladı. Falcı bir kadın halka şöyle diyor: “Kilisenin toprağına gömülü bir hazine var. Fakat ben yerini bilmiyorum.” Hazine arayanlar arasında Cizre’nin Miri de vardır. Papaz Mir’in yanına gidip, Feqi’nin durumunu anlattır ve Mir, Papaz’ın söylediklerini dinledikten sonra Feqi’yi hemen yanına çağırttır ve olanları anlattır. Feqi şöyle der: “Ben hazineyi çıkarırım fakat kendi payımı da istiyorum”. Mir, Feqi’nin şartını kabul eder. Feqi biraz yem alarak kilisenin içine döker. Kuşlar gelip yemi yerler. Ve şöyle konuşurlar: “Bu yemi buraya kim döktü.” Feqi hazine için bu yemi buraya dökmüş, sen hazinenin nerde olduğunu biliyor musun? Evet biliyorum sabah güneş doğduğunda hangi taşa vurursa hazine o taşın altındadır.
Feqi sabah erkenden kalkıp kiliseye gider. Taşı tanıdıktan sonra Mir’in evine gidip durumu bildirir. Taş kazılır ve içinden büyük bir hazine çıkar. Mir, Feqi’ye sorar: “Sen ne kadar istiyorsun?” Feqi: “Papazın başının ağırlığı kadar altın istiyorum” der. Mir: “Papazın başının ağırlığını bilmemiz için başını kesmemiz lazım” dediğinde Feqi: “Öyleyse kesin” der. Papazın kafasını keserler ve terazinin bir kefesine koyarlar, diğer kefeye bütün altınları koymalarına rağmen papazın kafası ağır gelir.
Mir, bu durum karşısında Feqi’ye “Sen bu durumu biliyordun” der. Feqi altınları kaldırır ve kefeye bir kaç avuç toprak koyar. Hemen ardından papazın kellesinin üstünde olduğu kefe havaya kalkar. Feqi, Mir’e döner ve şöyle der: “Mirim ben altın istemedim, altınlar sana olsun. Benim amacım sizlere insanların gözünün ancak toprakla doyduğunu göstermekti” der. Feqıyê Teyran, şiirlerinde Kürt edebiyatından, hadis ve tasavvuf’tan bahseder. O iyi bir eğitim almıştır. Mısk’te, Hizan’da, Cizre ve Fınık’da eğitim almıştır. Bir çok yeri gezdiği için kendisine “Gezgin Feqi” deniliyordu. Feqıyê Teyran bütün hayatını okuma, yazma ve araştırmalarla geçirmiş. Yazdığı bir çok eser bu günlere ulaşamamıştır.
Denilebilir ki Feqıyê Teyran kadar eser veren de yoktur, onun kadar eserleri kayıp olan da yoktur. Feqıyê Teyran’ın bilinen eserleri şunlardır: 1-Şêx Sen’an 2-Dımdım 3-Bersis 4-Qewlê Hespê Reş Bunların dışında “Siseban ve Ferx û Sıtî” de onun eserleri olarak gösteriliyor. Fakat bu henüz ıspatlanamamıştır. Bunlardan Siseban’ın onun olması ihtimali fazladır. Bunların dışında Feqıyê Teyran’ın dağınık şiirleri de vardır. Bilinenler şunlardır:
1-Ellah Çı Zatek Ehsen e (20 Altılık)
2-Hey Av u Av (51 dörtlük)
3-İro Jı Dest Husna Hebib
(33 Dörtlük)
4-Bı Çar Keriman (7 Dörtlük)
5- Melayê Batê Kanê (11 Dörtlük)
6-Ez Çı bêjım ( 8 Dörtlük)
7-Feqe U Mela (50 Altılık) 8-Feqe u Bılbıl (18 Altılık)
9-Ay Dılê Mın (19 Dörtlük) 10-Qewi İro Zeif Halım ( 18 Dörtlük)
11-Dilber (16 Dörtlük) 12-Dılo Rabe (80 Dörtlük) 13-Çıya Ani (4 Dörtlük)
14-Dengbêjê Jaran i (4 Dörtlük) 15-Yar Tu yi (18 Altılık)
16-Feqıyê Teyran u Evina Dılan
17-Mıhacır 18- Dewran 19-Ê Bên
20- Feqıyê Teyran u Dilber
21-Feqıyê Teyran u Qulıng

22-Feqıyê Teyran U Roj Feqıyê Teyran’ın şiirleri sade, rahat ve temizdir. Halkın dilini, sanat dilini ve edebiyat dilini çok güzel yoğurmuş. Şiirlerinin içerikleri de oldukça geniştir. Özellikle toplumsal ve tarihi olaylar hakkında yazmış. Allah, Din, Peygamber, inanç konularında şiirler yazmıştır. Feqi aşk şairidir. Onun yanında mecazi ve gerçek aşk birdir ve iç içedir. Feqıyê Teyran Melayê Cıziri’nin çağdaşıdır. Halk arasında bilindiği gibi Mela onun hocası değil arkadaşıdır. Hatta Feqi yaşça Mela’dan büyüktür. Bu da şiirlerinde bellidir. Feqıyê Teyran’ın “İro Gırya Me Tê” isimli eserinde belirttiğine göre hicri 1050 yılında (Miladi: 1640) Melayê Cızirî vefat etmiştir. Feqıyê Teyran Miksê’ye bağlı Werezoz Köyüne gidiyor ve ölümüne kadar orada kalıyor. Feqıyê Teyran “İro Werın” isimli şiirini yazdığında 80 yaşındadır. Bu da gösteriyor ki Feqıyê Teyran öldüğünde en az 80 yaşındadır.
Read More

 



Top 100 Dropshipping Companies in Europe & Turkey"
is a comprehensive guide designed for aspiring entrepreneurs and e-commerce enthusiasts. Curated by Cahit Çağabey, this resource highlights the most reliable and trending dropshipping suppliers across Europe and Turkey. Whether you're starting your first online store or scaling your business, this book offers valuable insights into supplier features, categories, and direct access links—helping you make smarter decisions in today’s competitive market.


Buy Now       10  Euro





Prepared by Cahit CAGABEY
Site içeriği kaynak gösterilerek kopyalanabilir cahit-cagabey.blogspot.com Blogger tarafından desteklenmektedir.. Blogger tarafından desteklenmektedir.