Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç.
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç.
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükünlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince
Ya, aşk içind harab ol, ya şevk içinde gönül
Ya, lale açmalıdır göğsümüzde, yahut gül.
Beyatlı
Öncelikle tüm arkadaşlarıma merhaba. Ölümü en güzel anlatan
ve Türk Sanat Müziğimizin bir klasiği olan "Dönülmez Akşamın Ufkundayız" şarkısının
şiiri ile açmak istiyorum Evrensel Işık penceremi. Bu ay ölümü ve bize düşündürdüklerini
anlatmaya çalışacağım, insanlık için kabul edilmesi en zor gerçek olan ölümü...
Kaybettiğimiz her yakınımız veya tanıdığımız bize acıyı tattırır. Paylaştığımız zaman
dilimi ne kadar çok olursa bir canlıdan, hatta cansız maddeden ayrılmak bize o kadar
zor gelir. Bazen paylaştığımız zaman dilimi azdır fakat o kadar yoğun duygu yüklü
yaşanmıştır ki, yıllara değer. Bazılarımızın hayatın bir anında yaşadıklarını, tüm
hayatları boyunca yaşayamayacak birçok insan vardır. Ben, yaşanan her anın değerli
olduğunu bilen ve ona göre yaşayan birisiyim. Çevremdeki insanlara da bunu anlatmak
istiyorum. Sonuçta hepimiz ölümlüyüz ve bu gerçek ile yaşamak zorundaysak yaşamın
değerini bir an bile olsun unutmamalıyız. Çünkü hayatı bize anlamlı kılan, birgün
sonlanacağı gerçeğidir.
Oysa yaşam şartları bize bu gerçeği o kadar güzel unutturmaktadır ki, ne yaptığını bile
bilmeyen, yaşama amacının ne olduğunu unutan kuklalar gibi olmaktayız. İnsanı diğer
varlıklardan ayıran özellikleri unutan ve değerlerini kaybeden bir toplum yaşantısı içinde
yaptıklarımızın doğru olduğu bilinci ile yaşıyoruz(!)
Yaşam sizce nedir?
Bu fiziksel bedenimiz, bir ucu mutfakta, diğer ucu tuvalette olan bir öğütme makinası mıdır?
Bedeniniz yok olduğunda geriye ne kalacak? İşte her ölüm bana bu soruları bir kez
daha sorma ve unuttuklarımı hatırlama nedeni oluyor. Aranızda hiç cenazeye veya
mezarlığa gitmeyen varsa, bir gün yakınını kaybetmeden bu ortamları görmesini tavsiye
ederim. Sadece yaşam değil, ölüm de bize unutulmayacak dersler veriyor. Oysa biz her
zaman ondan korkarız. Siz sonucunu bildiğiniz bir maçı televizyondan tekrarını izlerken
korku veya heyecan duyarmısınız? Duymazsınız, o halde bu maçın da sonucunu
bildiğimize göre bence ölüm hakkında çıkarabileceğimiz ilk ders "Ondan Korkmamak"
olmalıdır. Bu duygu insan egosuna ve kendini koruma içgüdüsüne aykırı bir durumdur.
Hatta bu güdü içimize öyle yerleşmiştir ki sonun yaklaştığını bildiğimiz halde bizi
bırakmaz ve sonuna kadar ayakta kalır. Bu sondan kaçış değil, içgüdüsel yapılan bir
harekettir. Fakat çok ilginçtir ki bu içgüdü sayesinde pekçok kez de ölümden kurtulmayı
başarabiliriz. Burada anlatmaya çalıştığım bu güdünün yok edilmesi değil, bir son gerçeği
ile yaşamanın aslında ürkütücü algılanmaması gerekliliğidir.
Dünyasal varlığımız bir dualite gerçeği ile sınırlı değildir. Fiziksel olarak belki evet ama
varlık olarak hayır. Bu beden içinde dolaştırdığımız ruhumuz, eğitilmek ve öğrenmek için
belki daha birçok kez bedenlenecektir. Yahya Kemal üstadın o güzel şiirinde de "Cihana
bir daha gelmek hayal edilse bile, avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle" demektedir.
Bu düşünce bazı insanlar için bir kaçış yolu, bazıları için bir kabus, bazıları içinse asla
olmayacak bir düşüncedir. Bazıları içinse bir dersi tekrarlamak değil, diğerlerine yardımcı
olmak için gönüllü yapılan bir seçimdir. Bir daha gelişimde "şu olacağım" veya
"bunu yapacağım" düşünceleri ise bence bir avuntudan öte bir şey değildir. Her
uzay/zaman diliminde bu şansın yaşayan varlıklara tanındığına inanıyorum.
Bence alınacak ders için bir yaşam değil, bir AN yeterlidir. Bakın ünlü yazar Jorge
Luis Borges şiirinde bunu ne güzel anlatmış.
Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama.
İkincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar.
Çok az şeyi ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı, asla. Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim, daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler, daha çok dağa tırmanır,
daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim birçok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu. Hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkındamısınız bilmem. Yaşam budur zaten: Anlar sadece anlar
Sizde anı yaşayın.
Eğer yeniden başlayabilseydim.
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşveder, güneşin tadına varır.
Çocuklarla oynardım. Bir şansım daha olsaydı eğer.
Ama işte seksenbeşindeyim ve biliyorum...
Ölüyorum.
Biliyoruz ve ölüyoruz, peki ne bekliyorduk hayattan ve neler aldık? Bu soruyu sorma
cesaretini insan sanırım aslında ölüm karşısında ne kadar aciz olduğunu gördüğü an
sormaya başlıyor. İşte bu nedenledir ki onunla çok yakınlaşan insanların hayata bakış
açıları değişmektedir, hatta kişilikleri. Hayata daha sıkı sarılıp daha az kırıcı, daha çok
paylaşımcı ve daha barışçı olmaktadırlar. Sonu hatırlamak, ölüm anını düşünmek
burada bırakacaklarımızın neler olması gerektiği sorusunun yanıtını bize verecektir.
Dikkat edilecek olursa neleri bırakacaklarımız dışında birşeyden de bahsedemiyoruz,
çünkü götüreceğimiz hiçbir fiziksel madde olmayacaktır. Bırakacağımız eserler maddi
veya manevi uzunca bir süre yaşama şansına sahiptir. Hatta o kadar değerli bir eser
bırakabilirsiniz ki on yıllar değil, bin yıllar boyunca değerini kaybetmeden kalabilir.
Bunun yanında duyacağınız manevi tatmin ve alınan derslerin de ruhsal gelişime katkıda
bulunacağını ve tekrardoğuş yasası uyarınca tekamül yolunda atılan adımlar olduğunu
söyleyebiliriz.
Sevgi yazarı Leo Buscaglia’nın bir kitabında anlattığı öylü beni çok etkilemişti.
Yazar ders verdiği sınıfa girer ve bir kompozisyon ister öğrencilerinden. Konu ise şudur:
Bir ay ömrünüz kaldığını size söyleseler ne yapardınız? Gelen kompozisyonları sınıfta
okur yazar. Herkesin bu konsantre zaman diliminde kendine göre yapmayı istediği
hayaller vardır, fakat hiçbiri gerçekleşmeyecek türden değildir. Bu nedenle yazarımız
sınıfa dönerek "Bunları yapmak için size birisinin ölüm zamanını mı hatırlatması
gerekiyor, niçin hemen şimdi bu dileklerinizi gerçekleştirmiyorsunuz?" diye sorar.
Çünkü hayatta hiç kimsenin yarına canlı olarak girme garantisi yoktur ve gerçekten
"Ölüm bize şah damarımızdan daha yakındır". O zaman şöyle diyebilir miyiz?
Bir maça çıkıyoruz, sonucu belli, fakat ne zaman biteceği belli değil. Sizce zevkli mi?
Bence evet. Her ne kadar bitiş süresini bilmediğimiz fakat sonucunu bildiğimiz bir maçın
doğrudan içinde yer alsak da kimse bu maçı nasıl oynayacağımızla ve kurallarla
ilgilenmiyor. İşte özgür irade burada. Seçimler bize bırakılıyor. Maç kimsenin ilgisini
çekmeyecek kadar tatsız veya tüm dünyanın ilgisini çekebilecek ve hayranlık
uyandırabilecek kadar zevkli olabilir. Seçimlerimiz bu zaman dilimini değerli kılacaktır.
Fakat bazıları bu yaklaşım tarzını hatalı yorumlamakta, yaşamın sonuçta bir ölüm
sunduğu, bu nedenle hiçbir beklenti olmaması gerektiğini düşünüp yaşam tarzını buna
göre yönlendirmektedir. Bir şey alamayacağını düşündüğü yaşam için vermek de
gereksizdir bu yaklaşımda. Bazıları ise bunu daha farklı yorumlar, maç süresince fiziksel
dünyanın sunduğu zevklerden maksimum yararlanarak hayatı bir eğlence merkezi
olarak görür. Bu iki yaklaşım ne derece doğrudur ve ne derece tatmin edicidir?
Sizce bedensel istekleri bastırmak veya onları hayatın temel amacı yapmak ne kadar
doğrudur? Yaşamda vermeden almak veya alamayacağını düşünerek vermemek…
O zaman şu soruyu soruyoruz, ne için yaşıyoruz?
Bir dostum bana geçenlerde hayat felsefesini güzel bir anektod ile anlattı. "Bana hayatı
hiç ciddiye almıyorsun, sürekli işin eğlenceli yönünü görüyorsun, olaylar üzerine
takılmıyorsun, kendini sıkmıyorsun diyorlar. Beni hayatı ciddiye almamakla suçlayan
bu insanlara ben de ‘Tam tersine ben hayatı sizden daha çok ciddiye alıyor ve
önemsiyorum’ diyorum. Çünkü insanoğlunun ortalama yaşam süresi 70 yıl.
Bu süre dünya tarihiyle karşılaştırıldığında aslında hiçte o kadar uzun bir süre değil.
Bu süre içinde yaptıklarımıza bir bakın. Savaşıyor, kendimizi boş yere üzüyor, kısıtlıyor,
söyleyeceklerimizi söyleyemiyor, hayallerimizi bile gerçekleştiremiyoruz.
Buna değer mi? Bu kısa ömürde birbirimizi kırmadan, hayatın tadını çıkararak
yaşamak bence hayatı ciddiye almaktır." Bu dostuma katılmamak mümkün değil.
Bizler burada kendi özgür irademizle hareket edebilen varlıklarız. Hayatı güzelleştirmek,
güzel görmek ve insanları kırmadan yaşamak bizim elimizde. Bizler yaşamımızdaki her
anı güzel kılmak için özgür irademizi kullanabilecek varlıklarız. Bunu yapma gücü
elimizdeyse ve hayatımızın bir gün sona ereceğini de biliyorsak yaşamımızı buna
göre düzenleyebiliriz.
Şimdi,
Ölüm anını düşünün, aklınız size hakikati öğretmemişse, inancınız sizi koruyamaz.
Ölüm anını düşünün, istekleriniz görevlerinizin gereğine uymuyorsa, sizin için ümit kalmaz.
Ölüm anını düşünün, geride sizi unutturmayacak bir iyilik bırakmadıysanız, ömrünüz
boşa geçmiş demektir.
Şimdi de yaşamınızı düşünün,
İŞTE ŞİMDİ ANI YAŞAYIN…
MUTLU VE GÜZEL ANI…
SINIRLI AMA, SINIRSIZ;
BİLDİĞİNİZ AMA, CESARET EDEMEDİĞİNİZ;
TEK OLDUĞUNUZ AMA, SÜREKLİ ÇOĞALDIĞINIZ;
SONSUZ VE UÇSUZ BUCAKSIZ ANI DUYUMSAYIN.
İŞTE ŞİMDİ BUNA HEMEN BAŞLAYIN…
Bu yazı, yaşamın her anını güzel yaşayan, ölümden korkmayan herkese ithaf edilmiştir.