Sokrates ve Mutluluk

         
  Sokrates mutlu olamayız diyor, içteniçe doğru olduğuna inanmadığımız bir çok şey yapıyoruz, mesela haksızlık yapıyoruz, başkalarının hakkını gasp ediyoruz, hırsızlık yapıyoruz, yalan atıyoruz, inkar ediyoruz, çamur atıyoruz dolayısıyla kendimizin bile inanmadığı şeyleri yapmakla mutlu olamayız diyor, Sokratese hak vermemek mümkün değil günümüzde kimiler haklı olmadığı halde, doğru olmadığına inandığı halde ne çok şey yapıyor, gücünün yetiğini anladığı an haklımı haksızmı önemini kaybediyor, burada haklı olanmı güçlü yoksa güçlü olanmı haklı terimi yine önümüze çıkıyor, hele hele hak ve hukukun iktidara ve güce göre şekillendiği bir ülkede haklılığınızı ispat etmeniz daha da zor hatta imkansız olabiliyor.
            Kişiliğimizi oluşturan yaşadığımız toplumun örf ve ananeleridir eğer kötü bir kişiliğimiz varsa toplumumuzun ancak bu ölçülerde bir birey yetiştirebildiğini varsaymamalıyız, toplumun değişen dönüşen yapı taşlarından biri olmak için çaba göstermemiz gerekir, yine Sokrates doğru davranan kişi doğru bir insan olabilir yanlış davranıyorsak bu daha doğrusunu bilmediğimizdendir diyor, Sokrates burda haklı ve haksızın tanımını yaparken suçu toplumda bulmuyor tam tersine kişidedir, yalan atığını bile bile yalan atandadır suç diyor, yaşadığı toplumun ahlak mirasından yararlanmış kişilikler yani herkes için iyi şeyler yapmak isteyen, herkesin mutluluğunu, herkesin iyiliğini isteyen karakterli ve namuslu kişiler her ne kadar zorlu ortamlarda bulunmuş olsalarda kişiliklerindeki güzel niteliklerden bir şey kaybetmezler,


Cahit Çağabey
Read More

Saidi Kurdî'nin Kürtçe makalesi

Seydayé  héja Bediuzzaman Mela Seidé Norsé ev name ya bı Kurdî  nivîsandî ye di hejmara rojnameya ewila  Kurd Teawun û Teraqî ya sala 1908’i de weşandîye


       Ey gelé Kurdan Îttifaqé de qewet Îttihaté de heyat di bratîyé de seadet  hûkumeté de selamet heye.
       Kabika  îttihadé û şerîta muhabbeté qewî bigrin da we ji belayé xlaske.

    Qenç guhé xwe bidiné  ezé tiştekî ji we ra bibéjim  hûn bizanin ku  sé cewheré me hene  hifza xwe ji me dxwazin

      Yek Îslamîyete ku hezar hezar xuna şehidan buhayé wi dane

  Ê duduyan  însanîyete ku lazime em xwe nezera xelqé de bi xizmeta  eqlî cîwanmeranî û însanetî û xwe nîşané cîhané bidin.

   Ê sisîyan netewî ya meye ku mezîyeté da me   é beré me bi qencîya xwe saxin  em bi karé xwe  bi hifza netewa xwe ruhé wan di qebra wan da şad bikin

  Piştî  vé  sé  dujminé  me  hene  me  xerab dikin 

  Yek: feqîrtî ye  çıl hezar hemalé  Stenbolé  delîlé wé ye

   Ê  duyemîn : Cehalete û bé xwendini ku hezara yek jime  nikarin rojname bixwûnin ew jî delîlé wé ye

   Ê  séyemin : Dujminî û  îxtîlafe ku ev edawet qeweté me wenda dike   me ji musteheqé terbiye dike  û hukûmet jî   ji bé însafî ya xwe zilm lime dike.

   Ku  we ev seh kir bizanin çara me ewe ku em sé şûré  elmas bi desté xwe bigrin  ta ku em her sé  cewherén xwe ji desté negrin! Her sé dujminé xwe  ser xwe  rakin 

    Yek şûré edil mearîf û xwendine

     Ê duda  îtîfaq û muhabeta milli ye

    
     Ê  sisé yan  însan bi nefsa xwe  şuxla xwe bike  mina sefilan ji qudreta xelqé   hévî neke  û pişta xwe nede tu wesîyeta.

      Paşé  xwendin, xwendin, xwendin û desté  hev girtin  desté hev girtin desté hev girtin
   








Türkçe manası


Ey Kürt halkı ittifakta kuvvet ittihatta hayat kardeşlikte saadet hükümette selamet vardır
İttihat bağını ve muhabbet şeridini sağlam tutun ta ki sizi beladan kurtarsın
İyi kulak verin size bir şey söyleyeceğim biliniz ki üç cevherimiz vardır bizden muhafazalarını isterler

   Birincisi islamiyettir ki binler ve binlerce şehidin kanları ona paha ve bedel olmuştur

   İkincisi insaniyettir ki halkın nazarında akılıca hizmetlerle yiğitliğimizi ve insanlığımızı dünyaya gösterelim

     Üçüncüsü Milliyetimizdir ki bize üstün meziyetler vermiştir bizden öncekiler iyilikleriyle yaşıyorlar biz kendi gayretimizle milliyetimizi muhafaza ederek onların ruhunu kabirlerinde şad etmeliyiz.

     Bunun ardından bizim üç düşmanımız var bizi harap ediyorlar

     Biri fakirliktir istanbuldaki kırk bin hamal bunun delilidir 

      İkincisi cehalettir ve okumamışlıktır ki içimizden binde bir kişinin bile gazete okuyamayışı bunun bir delilidir

       Üçüncüsü düşmanlık ve ihtilaftır ki bu dahili düşmanlık kuvettimizi kaybettiriyor bizi terbiyeye müstahak kılıyor ve hükümette insafsızlığından bize zulmediyor

        Siz eğer bunları işittiyseniz biliniz ki bizim yegâne çaremiz şudur ki biz üç elmas kılıcı elimize alalım ta ki bu üç cevherimizi elimizden çıkarmayalım bu üç düşmanı üstümüzden atalım
 
        Birincisi: adalet maarif ve okuma kılıcıdır

        İkincisi: İttifak ve milli muhabbettir  

         Üçüncüsü: herkes kendi işini bizzat kendi yapsın sefiller gibi başkasının kudretinde Ümit beklemesin ve sırtını hiçbir vasiye dayamasın.

                                                             
                                                Saidi kurdi

                                          Kurd Teavun ve teraki Gazetesi 
                                           Sayı-1 istanbul
                                           1908

                                            1324
Read More

Yorgun Bir Adamın Düş Ülkesi.

Yorgun Bir Adamın Düş Ülkesi...// J.L. BORGES
Oraya utopia adını verdi, öyle bir yerin olmadığı anlamına gelen grekçe sözcük.
Quevedo


Birbirine tıpatıp benzeyen iki tepe yoktur, ama yeryüzünün her yanında ovalar aynıdır. Böylesine bir düzlükte yürüyordum. Pek önem vermeksizin, kendi kendime bu yerin oklahoma mı, teksas mı, yoksa edebiyatçıların pampa dediği arjantin'deki yöre mi olduğunu soruyordum. Ne sağda ne de solda, bir tek çit bile yoktu. Bir kez daha yavaş yavaş emilio oribe'nin hep büyüyüp genişleyen şu dizelerini tekrarladım.

Bitmez korkulu ovanın yüreğinde ve brezilya sınırının yakınında.

Yol çukurlarla doluydu. Yağmur yağmaya başladı. İki-üç yüz metre kadar ötede, alçak, dört köşe ağaçlarla çevrili bir evin ışığını seçtim. Kapıyı açan adam öyle uzun boyluydu ki, korkar gibi oldum. Giysileri griydi. Birini beklediğini sezdim. Kapıda kilit yoktu.

Tahta duvarlı geniş bir odaya girdik, tavandan aşağı sarkan lamba sarımtırak bir ışık yayıyordu ve bilmem neden, masa bana garip geldi. Bu masanın üzerinde, eski birkaç oyma dışında hiçbir yerde görmediğim bir su saati bulunuyordu.

Adam bana iskemlelerden birini gösterdi.

Birkaç dilde konuşmayı denedim, ama anlaşamadık.

Sonunda söz aldığında latince konuştu. Uzak okul günlerinden kalma bilgilerimi toparlayıp, söyleşiye hazırlandım.

- giysilerinden başka bir yüzyıldan geldiğin anlaşılıyor, dedi bana. Dillerin çeşitlenmesi, toplumların, hatta savaşların çeşitliliğini kamçıladı; dünya latince'ye döndü. Bazıları latince'nin yeniden fransızca, lemosi ya da papiamento'ya dönüşüp yozlaşacağından korkuyorlar, ama şimdilik böyle bir tehlike yok. Ne olursa olsun, beni ne geçmiş, ne de gelecek ilgilendiriyor.

Bir şey demedim, o ekledi:

- birini yemek yerken seyretmek seni rahatsız etmiyorsa, bana eşlik eder misin?

Huzursuzluğumun farkına vardığını anladım, evet, dedim.

Her iki yanında kapılar sıralı ve her şeyin madeni olduğu küçük bir mutfağa çıkan bir koridoru geçtik. Bir tepsi üzerinde akşam yemeği ile geri döndük: kaplar dolusu mısır gevreği, bir salkım üzüm, tadının bana inciri anımsattığı yabancı bir meyve ve büyük bir sürahi su. Sanırım ekmek yoktu. Ev sahibim ince hatlıydı ve bakışında tuhaf bir şey vardı. Bir daha hiç görmeyeceğim bu sert ve solgun yüzü unutmayacağım. Konuşurken en ufak bir hareket yapmıyordu.

Latince konuşma zorunluluğu işi mi güçlendiriyordu; ama sonunda şunları söyleyebildim:

- ansızın karşına çıkmam seni şaşırtmadı mı?

- hayır, diye yanıtladı. Yüzyıldan yüzyıla böyle konuklar gelir. Fazla uzun kalmazlar. En geç yarın evine dönmüş olacaksın.

Sesindeki güven içimi rahatlattı. Kendimi tanıtmakta bir sakınca görmedim:

- adım eudoro acevedo. Ls97'de buenos aires'de doğdum.

Yaşım yetmişi geçiyor. İngiliz ve amerikan edebiyatı öğretmeniyim ve gerçek dışı öyküler yazdım.

- iki gerçek dışı öyküyü zevkle okudum diyebilirim, dedi. Çoğu kişinin gerçek diye kabul ettiği "kaptan lemuel gulliver'ın gezileri" ve summa theologiae. Boşver, kesin olgulardan söz etmeyelim. Olguların artık önemi kalmadı. Zaten uydurma ve düşünme için basit başlama noktaları olmaktan öte bir şey de değiller. Okullarımızda bize kuşku ve unutma sanatı öğretiliyor, her şeyden önce kişisel ve yerel olanın unutulması. Kesintisiz zamanın içinde yaşıyor, ama sub specie aeternitatis yaşamaya çalışıyoruz. Geçmişten bize birkaç ad kaldı ki, dil bunları da unutma yolunda. Gereksiz kesinlikleri atlıyoruz. Artık ne zaman dizini: ne de tarih var; sayılama da yok. Adının eudoro olduğunu söyledin; ben adımın ne olduğunu sana söyleyemem, çünkü bana yalnızca birisi derler.

- peki babanın adı neydi?

-adı yoktu.

Duvarlardan birinde bir raf gördüm. Rasgele bir kitap açtım; elle yazılmış harfler belirgin ve çözülemezdi. Köşeli çizikler bana eski iskandinav alfabesini anımsattı. Bu alfabe yalnızca kazılarak yazılırdı. Kendi kendime, gelecekteki insanların boyca daha uzun oldukları gibi, daha da becerikli olduklarını söyledim. Sezgisel olarak, adamın ince uzun parmaklarına bakıyordum.

- şimdi sana asla görmediğin bir şey göstereceğim, dedi ve 1518'de basel'de basılmış, bazı yaprak ve resimlerin eksik olduğu, thomas more'un utopia'sının bir kopyasını uzattı.

Biraz kendini beğenmişlikle yanıtladım:

- basılı bir kitap. Bende iki binden fazla var, doğal olarak bundan daha az değerli ve daha az eski.
Başlığı yüksek sesle okudum,

Gülmeye başladı.

- kimse iki bin kitap okuyamaz. Dört yüzyıldır yaşıyorum da yarım düzineden fazla okumamışımdır. Zaten önemli olan okumak değil, yeniden okumaktır. Şimdi ortadan kalkan basımevi, insanlığın en beter afetlerinden biriydi, çünkü gereksiz metinleri baş döndürücü şekilde çoğaltmak yolundaydı.

- benim zamanımda, daha dün, diye yanıtladım, bir günden ötekine insanın bilmemesinin ayıp sayıldığı olaylar olduğu boş inancı egemendi. Gezegen olarak hortaklarla doluydu: kanada, brezilya, isviçre kongosu, ortak pazar. Bu platoncu kendiliklerin tarihlerini bilenler yok denecek kadar azdı, buna karşın, doğal olarak son eğitim bilimciler kongresinden, diplomatik ilişkilerdeki gerginleşmeden, başkanların beyanatlarından -sekreterin sekreterinin, bu türün en belirgin özelliği olan dikkatli bir belirsizlikle hazırladığı- haberdar olmayan yoktu.

Birkaç saat sonra başka bayağılıklarla silinip giden bütün bunlar unutulmak için okunuyordu. Yeryüzündeki tüm uğraşlar arasında politikacınınki hiç kuşkusuz en gözde olanıydı. Büyükelçi ya da bakan, bir yerden bir yere uzun gürültülü taşıtlarla, motosikletler ve koruma görevlileriyle çevrili olarak taşınma zorunluluğu olan, kaygılı fotoğrafçıların pusu kurdukları bir cins sakattı. Gören de ayaklarını kesmişler sanacak derdi anam. İmgeler ve basılı metinlerin bunlardan daha fazla geçerlilikleri vardı. Yalnızca yayımlanan doğruydu. Esse est percipi (varolmak fotoğraflanmaktır), bu benzersiz dünya görüşünün başı, ortası ve sonuydu. Benim geçmişimde insanlar kötülük düşünmezdi; yapımcısı tekrar tekrar söylüyor diye bir malın iyi olduğuna inanırlardı. Her ne kadar paraya sahip olmanın daha fazla mutluluk ya da erinç getirmediğini herkes biliyorsa da, hırsızlık oldukça yaygındı.

- para mı, diye tekrarladı. Artık yoksulluğun acısını çeken kalmadı, kuşkusuz bayağılığın en sıkıcı biçimi olan zenginlikten yakınan da yok. Herkesin bir işlevi var.

-hahamlar gibi, dedim.

Anlamamış gibiydi, devam etti:

- kentler de yok artık. Bir zamanlar gezme merakına kapıldığım bahia blanca yıkıntılarını göz önüne alırsan pek bir şey kaybetmedik. Kişisel eşyalar yok şimdi, miras da yok. Yüz yaşlarında, insan olgunlaştığında kendiyle ve yalnızlığıyla yüz yüze gelmeye hazırdır. Bir çocuk dünyaya getirir.

- yalnızca bir çocuk mu, diye sordum.

- evet. Bir tek. İnsan cinsini çoğaltmak için bir neden yok. Bazıları insanın, Tanrı'nın evren bilincine kavuşmasına yarayan bir organı olduğuna inanırlar; ama kimse kesin olarak böyle bir tanrısallığın varolduğunu bilmiyor. Sanırım şimdi tüm yeryüzü sakinlerinin yavaş yavaş ya da aynı anda intiharının yarar ve sakıncaları tartışılıyor. Ama biz yine söyleşimize dönelim.

Kabul ettim.

- yüz yaşında, insanoğlu aşksız ve dostsuz yapabilir. Acılar ve istem dışı ölüm artık korkutma değildir onun için. Bir sanat dalıyla, felsefeyle, matematikle uğraşır ya da tek başına satranç oynar. İstediği zaman, kendini öldürür. İnsan, yaşamının efendisiyle, ölümünün de efendisidir.

- bir alıntı mı, diye sordum.

- elbette. Bize yalnızca alıntılar kaldı. Dil bir alıntılar birliğidir.

- ya benim zamanımın büyük serüveni -uzay uçuşları, diye sordum.

- yüzyıllar önce bu aktarmalardan vazgeçildi. Kuşkusuz çok güzeldiler, ama asla bir buradan ve bir şimdiden kaçamadık.

Bir gülümsemeyle ekledi:

- zaten her yolculuk uzay yolculuğudur; bir gezegenden öbürüne olsun, buradan karşıdaki ambara olsun, hep aynı. Sen bu odaya girdiğinde, ben bir uzay yolculuğu yapmaktaydım.

- bu doğru, dedim. Ayrıca, kimyasal maddelerden ve hayvansal türlerden söz ediliyordu.

Şimdi adam sırtını bana dönmüş, camdan dışarı bakıyordu. Dışarıda, ova sessiz, kar ve ayışığıyla bembeyazdı.

Sormayı göze aldım:
- hala müze ve kitaplıklar var mı?

- hayır. Ağıt yazma dışında geçmişi unutmaya çalışıyoruz.

Anma törenleri, yıl dönümleri, ölü adam yontuları yok şimdi. Her kişinin kendine gereken bilim ve sanatları üretmesi gerekiyor.

- öyleyse herkes kendi bernard shaw'u, kendi isa'sı, kendi archimedes'i olmak zorunda.

Başıyla onayladı.

- hükümetlere ne oldu, diye sordum.

- gelenek yavaş yavaş geçerliliklerinin kalkmasını istiyor. Seçimlere girişiyorlardı, vergi düzenliyorlardı, varlıklara el koyuyorlardı, tutuklama buyuruyorlardı ve sıkı denetim benimsetmeyi savunuyorlardı, ama dünyada kimse aldırmıyordu. Basın hükümet adamlarının söylev ve fotoğraflarını yayımlamaktan vazgeçti. Politikacılar dürüst mesleklerle uğraşmak zorunda kaldılar; kimileri iyi oyuncu ya da iyi ruh doktoru oldu. Kuşkusuz gerçek, verdiğim özetten daha karmaşık oldu.

Değişik bir ses tonuyla sürdürdü:

- öbürleriyle aynı olan bu evi kurdum. Bu mobilyaları ve kap kaçağı yaptım. Yüzünü bilmediğim başkalarının belki benden daha iyi işledikleri toprağı işledim. Sana göstereceğim birkaç şey var.

Yandaki odaya doğru onu izledim. Yine tavandan sarkan bir lambayı yaktı. Bir köşede, yalnızca birkaç teli olan bir, harp gördüm. Duvarda sarı tonların hakim olduğu dört köşe yağlı boya resimler asılıydı. Hepsi aynı elden çıkmamışa benziyordu.

- benim yapıtlarım, diye açıkladı.

Resimleri inceledim ve en küçük olanının önünde durdum. Gün batımını betimliyordu ya da esinliyordu, sonsuzluğa ilişkin bir şey vardı.

- hoşuna gidiyorsa alabilirsin, gelecekteki bir dostun anısı, dedi dingin sesiyle.

Teşekkür ederek resmi aldım, ama öbür resimler bana bir huzursuzluk verdi. Bütünüyle beyaz bırakıldıklarını söylemeyeceğim, ama hemen hemen öyleydiler.

- onlar senin eski gözlerinin görmeyeceği renklerle boyanmıştır.

Elleri harpın tellerini hafifçe tıngırdattı ve bir ses dalgasını ancak algılayabildim.

İşte o zaman kapı vuruldu.

Uzun boylu bir kadın ve üç-dört adam eve girdiler. Kardeş oldukları ve zamanın onları birbirlerine benzettiği söylenebilirdi. Ev sahibim önce kadınla konuştu.

- bu akşam gelmezlik etmeyeceğini biliyordum. Nils'i gördün mü?

- arada bir. Resim yapmayı hala sürdürüyor.

- babasından iyi başarmasını dileyelim.

Evi dağıtmaya başladık. El yazmaları, tablolar, mobilyalar, kap kaçaklar: hiçbir şey bırakmadık.
Kadın adamlar kadar çalıştı. Onlara gerçekten yardım etmemi engelleyen zaafımdan utanç duydum. Kimse kapıyı kapatmadı ve tüm bu eşyaları yüklenerek .. Oradan ayrıldık. Çatının beşik biçiminde olduğunu fark ettim.

On beş dakikalık yürüyüşten sonra sola saptık. Uzakta, üzerinde kubbe gibi olan bir kule gibi bir şey seçtim.

Ölü yakma fırını dedi biri. İçinde bir ölüm odası var. Bir insan sever tarafından icat edildiği söyleniyor, sanırım adı adolf hitler'miş.

Boyuyla beni şaşırtmayan nöbetçi bize parmaklığı açtı. Ev sahibimin ona birkaç sözcük mırıldandı. Yapıya girmeden önce bize veda işareti yaptı.

-kar devam edecek gibi görünüyor dedi kadın.

Buenos aires'te, mexico caddesindeki çalışma odamda, birinin binlerce yıl sonra, bugün yeryüzünde dağılmış maddelerle boyayacağı yağlı boya resmi saklıyorum.

Kum Kitabı'ndan...

Read More

Niçin Ölürüz?


''Suya düştüğünüz için değil, sudan çıkamadığınız için boğulursunuz.'' 

Edwin Louis Cole
Read More

Benim bildiğim en müstehcen hadise düğündür!


Şimdi bizim toplumuzda iki kişi evlenmeye karar verise, toplumda çok ciddi bir rahatlama olur nedense, yani bizim toplumda iki kişi sevişecekse toplum bundan hiç hoşlanmaz, ama bunu belediyenin önünde yaparlarsa ve duruma göre bir hafta davul zurna çalarlarsa, 'hey bakın biz sevişeceğiz'   bizim toplum kim kime neyi yapıyor bilmek ister, "Benim bildiğim en müstehcen hadise düğündür!" çünkü başka hiç bir organizasyonda ordaki herkes akşam olacakları bilmez, nikah merasimi nedir ya hiç tanımadığın bir adam, hiç tanımadığın başka bir adamdan aldığı yetkiye dayanarak herkesin içinde sana açık açık şunu sorar, sen şimdi bu kızla sevişecekmisin, 

Videosu
Read More

Ölüm ölüm dediğin

Ölüm yakIn çevremizden geçmedigi sürece o kadar uzak görünüyor ki 
bize.Ölüm sanki hep baskalarInIn kapIsInI çalar, bize hiç ugramazmIS, 
sonsuza dek yasayacakmIsIz gibi sürekli birseyleri erteleyerek yasIyoruz.
Yapmak    istediklerimiz, 
vazgeçmek istediklerimiz, 
söylemek  istediklerimiz, 
dokunmak  istediklerimiz, 
sevmek    istediklerimiz
erteleniyor. "Seni seviyorum"lar, "Özür dilerim"ler erteleniyor. Sonra 
bizden o çoook uzak olduguna inanmak istedigimiz ölüm yakIn çevremizden 
birisinin
kapIsInI çaldIgI zaman yIkIlIyor, sarsIlIyoruz bir süre için.                 
 
 "inanIlmaz! Oysa daha iki gün önce birlikte konusuyor, gülüyorduk" 
diyoruz.
Yasama ve sevdiklerimize bakIsImIz degisiyor birden. Çevremizdeki 
herkesi yitirme korkusu duyuyoruz. Hatta her ölüm haberinde sIranIn birgün 
bize gelebilecegi endisesini de yasIyoruz gizliden gizliye. "Yasam ve 
ölüm arasında
ince bir çizgi var ve hiç birimizin bes dakika sonrasI için yasama 
garantisi yok, her an birbirimizi yitirebiliriz" diyerek daha bir 
sarIlIyoruz sevdiklerimize. Ama en sevdigimizi yitirmedikçe çabuk geçiyor 
çevremizdeki ölümlerin sIzIsI...
 Bir süre sonra yine gereksiz tartIsmalarla kIrmaya baslIyoruz 
birbirimizi. Yine iliskilere gösterilen özen kayboluyor yavas yavas. O hep 
burada,yanImIzda lacak rahatlIgIyla onu ne kadar sevdigimizi dile getirme 
geregi ile duymuyoruz. O biliyor nasIlsa ne kadar sevdigimizi...  Oysa 
bir gün, bir telefonla onu artIk sonsuza dek yitirdiginizi 
ögrenebilirsiniz. O an kabullenmek istemezsiniz gerçegi. Kötü bir saka olduguna 
inanmak istersiniz. Oysa onun sizi bu denli üzecek sakalar yapmayacak kadar 
çok sevdigini bilirsiniz. "Kötü bir düs bu, biraz sonra uyanacagIm ve 
bu kabus sona erecek" dersiniz. TIrnaklarInIzI batIrIrsInIz elinize. Ve 
gerçegin dayanIlmaz acIsInI hissedersiniz teninizde. O sabah hiç 
önemsiz bir nedenle, son görüsünüz oldugunu bilmeden ne kadar kIrdIgInIzI ve 
onun haklI oldugunu  bilmenize karsIn inadIna özür dilemediginizi
anImsarsInIz birden. "Bir dakika daha. YalnIzca bir dakika daha onunla 
olabilseydim ve kendisini ne kadar sevdigimi söyleyebilseydim" 
dersiniz. ArtIk sonsuza dek kaybetmissinizdir onu. Ne özür dileme, ne de 
sevdiginizi söyleme sansInIz vardIr.Yasam boyu yüreginizde tasImak zorunda 
kalIrsInIz bu agIr yükü. En mutlu anlarda bile yüreginizin bir kösesi 
sIzlar. Böylesi bir acIyI yasayan dosta ne söylenebilir ki... 
                                                       
 "AcInI paylasIyorum"un, "çok üzgünüm"ün havada asIlI kaldIgI  
durumlarda ne diyebilir ki insan? Hiçbir sey dindiremez bu sIzIyI.Böylesi bir 
acIyI
yasamayan dostlara ise söylenecek birsey var:          
                                                  
 Sevdiklerimiz bizi bir yürek sIzIsIyla bIrakIp gitmesin diye, hep 
güzel anIlar bIrakalIm ardImIzda...*    
 

 Nuray Bartoschek- Bütün Dünya        
Read More

Bulanık'ta Aşiret Çatışması 6 ölü

Bulanık'ın Simo Köyünde iki aşiret üyeleri arasında çıkan ve şuan itibari ile devam eden silahlı çatışmada 6 kişinin öldüğü belirtiliyor.

Not : Haberin detaylarını ileriki saatlerde DİHA haber ajansı üzerinden takip edebilirsiniz....
Read More

Sufilerin Evreni Kavrayışları



Evreni (algılayamadıklarımız dahil) yöneten ve farklı adlarla işaret edilen Yüce Gücün bu arzumuzu yerine getirmemiz için, önümüzü açık etmesini diliyoruz;
“Eğer bu duanın gerçekleşmesi, bizler ve tüm yaşam adına en iyisi olacaksa...”


Sufilerin Evreni Kavrayışları
Sevgi ve sezgi sayesinde ermiş kişiler, bilimsel olmasa da gönül rahatlığı ve kafa huzuru içinde mikro evrenden makro evrene kadar çok şeyi kavrayabilmektedir.  Kaldı ki söyledikleri çok şeyin doğruluğu günümüzde modern teknoloji ve quantum kuramı sayesinde doğrulanmaktadır.  Örneğin Cüneyd-i Bağdadi “suyun rengi, kabın rengidir” diyor.  Muhiddin Arabi “Tanrıyı görmek isteyenler eşyaya baksınlar” diye öğütlüyor.  Hepsinden öte Hallac-ı Mansur: “Enel Hak” dediği zaman bu yaklaşımın sınırlarına gelip dayanmıştı.  Evrenin sırrına erişmişti.  Tanrıyı kendi içinde hissediyordu.  Tanrıyı kendi içinden dışarıda sanmak ve aramak abestir.  Yunus ne demiş “Bir ben vardır, benden içerü”. Tanrı evrenin bizzat kendisidir denilebilir mi?  Acaba sır bu mu?  Aslında herkes ne hissediyorsa o olacak, yani kara toprak olacağını hisseden kara toprak olacak, cennette olacağını hisseden cennette, cehennemde olacağını hisseden cehennemde, Tanrıya döneceğini hisseden Tanrıya dönecek, görüntüyle uğraşmayıp gerçek sırra erenler de, belki bunların aslında hep aynı şeyler olduğunu bilecekler.
         Bu nedenle bizlerin görüntüyle uğraşmayı bırakıp artık özü aramamız gerek. Bu konuda Yunus’un deyişi çok çarpıcı “Ete kemiğe büründüm Yunus diye  göründüm”. Özü ararken uzağa gitmeye de gerek yok. İçimize bakabilirsek ve kendimizi gözlemleyebilirsek onu görebileceğiz. Etrafımızdaki canlı cansız her şey onunla dolu yeter ki görmeyi bilelim. Zaten görmek aydınlanmayı bilfiil yaşamak demektir.
         Madem ki evreni oluşturan her şey Tanrının yansımasıdır, bunları bir arada tutan da sevgidir.  Sevdiğimiz ama her şeyi sevdiğimiz sürece gerçeğe yakınlaşacağız ve belki de bütünleşeceğiz. Doğaldır ki sevmek için de bilmek gerekir. Bakın bu konuda Paracelsus ne diyor: “Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yapamayan, hiçbir şeyden anlamaz. Hiçbir şeyden anlamayan değersizdir.
Read More

 



Top 100 Dropshipping Companies in Europe & Turkey"
is a comprehensive guide designed for aspiring entrepreneurs and e-commerce enthusiasts. Curated by Cahit Çağabey, this resource highlights the most reliable and trending dropshipping suppliers across Europe and Turkey. Whether you're starting your first online store or scaling your business, this book offers valuable insights into supplier features, categories, and direct access links—helping you make smarter decisions in today’s competitive market.


Buy Now       10  Euro





Prepared by Cahit CAGABEY
Site içeriği kaynak gösterilerek kopyalanabilir cahit-cagabey.blogspot.com Blogger tarafından desteklenmektedir.. Blogger tarafından desteklenmektedir.